EKONOMİYİ SARSAN NEDENLER

Toplumlar zaman zaman çeşitli sıkıntılar yaşarlar, zor süreçlerden geçerler. Ekonomik sıkıntılar ve krizler de bunlardandır.  Bunlar, ya büyük ve temel köklü yanlışlıklar yapılması, yanlış politikalar uygulanması ya da savaş, salgın veya doğal felaketler v.b olağanüstü yıkımlardan dolayı olabilir. Eğer bağımsız bir toplum iseniz; bir şekilde bunların üstesinden de gelirsiniz. Ama bir ekonomik programın uygulanmasının toplumun tamamına yakınını çökertmesi ile sonuçlanması pek rastlanan ve tercih edilen bir durum olmasa gerek. Türkiye gibi ekonomik krizler konusunda deneyimli bir ülkede bugün; Açlık sınırının asgari ücreti geçerek 6 bin 17 TL, yoksulluk sınırının ise 19 bin 602 TL olması, enflasyonun; resmi rakamlara göre yüzde 73; bağımsız kimi kaynaklara göre ise yüzde 160 olması izah edilebilecek bir durum değildir. * Yakın tarihimizde de bazı ekonomik krizler yaşandı. 1994, 2001 ve 2007’ de yaşanan bu ekonomik krizleri kısaca hatırlayalım. 94 krizine yaklaşılan süreçte Türkiye'nin toplam borcu 40 milyar dolar civarındaydı. Özelleştirmeden de 35-40 milyar dolar para beklentisi vardı. Özelleştirme süreci Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince; ülkeden büyük miktarda sermaye çıkışı gerçekleşti, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları da Türkiye’nin notunu düşürdü. Sermaye çıkışıyla Ocak 1994'te dolar bir günde yüzde 14 yükseldi. Aynı yılın Nisan ayına gelindiğinde lira, dolar karşısında yüzde 160'ın üzerinde değer kaybetmişti. Tansu Çiller başbakanlığındaki hükümet, 5 Nisan 1994’ te bir ekonomik önlem paket açıkladı. Vergi oranları filan artırıldı. Süreç, Mayıs 1994'te Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 14 aylık bir stand-by anlaşması imzalanmasıyla sonuçlandı. Elbette zorluklar yaşandı, yoksullaşma gerçekleşti ama durum ortalama bir yıl gibi bir süre sonra düzelmeye başladı. *  94 krizinin ardından ekonomide geçici bir rahatlama olmuş idiyse de pansuman tedbirlerle yola devem edilmiş, köklü politikalar gerçekleştirilmemişti. Dolayısıyla krizi tetikleyen temel yapısal sorunlar halı altına süpürülmüştü. 1998’e gelindiğinde Rusya'nın krize girmesi ve 1999’ da yaşanan Marmara Depremi, bütçe üzerinde basınç oluşturdu ve krizin ilk sarsıntıları başlamış oldu.  O dönem uygulanan IMF programı yüksek enflasyonla mücadele hedefini içeriyordu. Program gereği serbest faiz, sabit kur denen formülasyon uygulanıyordu. Merkez Bankası'nın her gün açıkladığı rakamla kur sabit tutulurken; faiz oranlarını piyasa belirliyordu. Derken; Kasım ayında likidite krizi başladı. Durumu gören bankacılık sektörü, yıl sonuna doğru açık pozisyonlarını kapatma arayışına girince; faizler aniden yükselişe geçti.  Elinde Hazine bonosu bulunan bankaların, bunu finanse etmekte zorlanmaları ve genel gidişatın kötüleşmesinin yabancı yatırımcıyı endişelendirmesiyle büyük oranda fon çıkışı gerçekleşti ve bankalar arası piyasada gecelik faiz oranı yüzde 1000'in üzerine çıktı.  Bu süreçten etkilenen bazı bankalar Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (TMSF) devredildi.  Faizlerin yüksek seyretmesi, tahvil bulunduran bankalar üzerinde baskı oluşturdu. Anayasa kitapçığının fırlatılması olayının yaşandığı bu kriz süreci Mart ayında o dönem Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevini yürüten Kemal Derviş’ in Türkiye'ye davet edilmesi ve ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına atanmasıyla sonuçlanmıştı. Bir kurtarıcı olarak lanse edilen Kemal Derviş, bundan sonraki krizlerin temellerini atan yasaları kısa sürede çıkarıvermişti.  Tekrar IMF ile stand-by imzalandı ve bankacılık sektöründe reforma gidilmesi bağlamında yeni bir ekonomik program yürürlüğe sokuldu. *  Son kriz ise 2007’ de başlayan ve etkileri 2008’ de hissedilen dış kaynaklı ama küresel etkileri olan bir krizdi. ABD'de faiz artırımlarıyla birlikte dar gelirlilere yüksek faizle verilmiş "subprime" mortgage kredilerinin geri dönüşlerinde yaşanan sorunlardan kaynaklanmıştı.  O dönemde Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, Ekim 2008'de yaptığı açıklamada, "Kriz bizi teğet geçecek" demişti ve gerçekten de öyle olmuştu. Kurdaki yükselişin reel sektör üzerindeki olumsuz etkisi sınırlı düzeyde kalmıştı. Bu kriz sürecinde, Türkiye de gelişmekte olan ülkelerden olduğundan fazla etkilenmemişti.  O dönemde kriz öncesi 1.20 düzeylerinde olan dolar için "1 dolar 1 TL olur mu" tartışmaları yapılıyordu. Kriz gelince dolar, 1.7 seviyesinin üzerine çıkmış ve bu, rekor bir yükseliş olarak anılmıştı.  *  Borçlanarak ve üretime yapılmayan yatırımlarla sürdürülen ekonomik politikaların er ya da geç kriz yaşamaları kaçınılmaz bir gerçektir. Kamu başta olmak üzere tasarruf yapılmaması, yapısal ekonomik politikaların uygulanmaması, ülke kaynaklarının dengeli ve sağlıklı değerlendirilmemesi, dış sermaye ve sıcak paranın ekonominin lokomotifi olması durumu, yanlış özelleştirmeler, devletin ekonomideki etkisi ve payının olabildiğince azaltılmasının gelip dayanacağı nokta elbette ki krizdir.  Aslında Suriye olaylarının başlamasından birkaç yıl sonra kurdaki hareketlenmeler ve alım gücünün gerilemeye başlamasıyla ilk sinyaller alınmış, baskılama ile birkaç yıl stabile yakın görünümde devam etmiş, pandemi süreciyle birlikte pandeminin sebep olduğu sıkıntılar şeklinde gösterilmeye çalışılmış ancak sıkıntı artarak devam etmiş ve pandemi sonrasında ise gün yüzüne çıkmış ve bu günlere gelinmiş oldu.  Ancak bu defa bir krizin olduğu pek kabullenilmiyor, daha doğrusu tüm dünyada pandemi sonrası enflasyonist bir etkiden bahsediliyor ki; bu da yüzde üç, beş, yedi gibi. Mesela savaşta olmasına rağmen Ukrayna’ da enflasyon yüzde 20’ nin altında. Dolayısıyla ülkemizdeki enflasyonun veya hayat pahalılığının artık ne derseniz deyin, yüksek olmasının nedeni; yetkililerin açıklamalarına bakılırsa; uygulanan ekonomik program. Büyümeye odaklı ekonomik program ve enflasyonu düşürmekten ziyade büyümeyi önceleyen uygulamalar içeriyor.   Bu program; dar gelirlileri ezip geçiyor ama üretim ve ekonomik büyüme davam ediyormuş. İyi de buna dayanacak gücü kalmayan ve sürekli alım gücü düşen insanların, gençlerin, emeklilerin bu uygulamaları daha ne kadar kaldırabileceği düşünülüyor? Neredeyse alım gücünün her ay yüzde 15 azaldığı bu dar gelirli geniş kesimin rızkının, yoksulluk sınırının 20 bin’e dayandığı bu süreçte sermaye kesimine aktarılmasının hukuki, insani, ahlaki, vicdani sorumluluğu ne olacak? Enflasyon; resmi rakamlara göre yüzde 73; bağımsız kimi kaynaklara göre ise yüzde 160.  Ücretliler ve dar gelirlilerin alım gücü ve enflasyon karşısında hakları korunmadan bu program daha ne kadar sürdürülebilir ki? Toplumun psikolojisi bunu nasıl kaldıracak? Açlık dayanılabilecek bir şey mi?  Geniş kitlelerin artık dayanma gücünün kalmadığının bilinmesi, dikkate alınması gerekiyor.  Ücretli ve dar gelirlilerin milli gelirden aldığı pay geçen yıl yüzde 35.5 iken bu yıl yüzde 31.5. Bu da; ekonomi büyürken, ücretlilerin, alt kesimlerin yani dar gelirlilerin hızla yoksullaşmaya devam etmesi anlamına geliyor. Yüksek enflasyon ve yoksulluk dar gelirliler için bir şiddete, işkenceye dönüşmüştür. Açlık sınırının altında hayata tutunmaya çalışanların sayısı on milyonlara ulaştı.  *   Ülke kaynaklarının, yerel ve uluslararası sermayeye transfer edilmesine sebep olan politikalara son verilerek, dar gelirlilerin alım gücünü yükseltecek bir çizgiye gelinmesi elzemdir.  Vergi çeşidi/sayısı ve oranları da düzeltilmeli. Ücretlilerin, özerk kurumların enflasyon rakamları baz alınarak, bu enflasyonist süreçte yılda iki defa değil; ayda bir veya iki defa zam almaları sağlanabilir. Açlık, yoksulluk ve borç bataklığında bocalayan geniş kesimlerin, hakkı olanı alabilmesini bırakın, bir nefes alabileceği ve uçuruma yuvarlanmaktan kurtulacağı acil ve köklü değişikliklerden bahseden yok.  Şuan ki uygulanan ekonomik politikaların iki seçenek sunduğu söylenebilir: şimdiki durum ya da çok sert tedbirler. Önceki krizlerle karşılaştırıldığında şimdiki yaşananların onda biri bile yaşanmamışken; acaba sert tedbirler yani bundan daha sert koşullar neler olabilir? Uygulanan politikalar olumsuz sonuçlara yol açıyor; yoksuldan alıp, zengine servet aktarımı gibi.  Uygulanan sistem alt ve orta sınıfı aşağı çekerken üst gelir grubunu daha da zengin etmektedir. Son beş ayda milyoner sayısının yaklaşık 89 bin kişi artmış olması da bunun göstergesi. Tabii her bir milyoner oluşmasının, kaç orta gelirli ya da yoksulu ne oranda gerilettiği ayrı bir vahamet.  Elbette üretim durmamalı ve elbette ekonomi büyümeli ve bu büyüme üretimle gerçekleşmeli ancak bu yapılırken; dar gelirliler, -kaldıysa- orta kesim de üretim programlarında yer almalıdır. Büyüme, neden sadece sermaye kesiminde oluyor ve sermaye kesimi büyüyorken; neden dar gelirli daha da küçülüyor? Bu gidişat riskler de barındırıyor ve muhtemelen sanayici ve sermaye kesimini de bir süre sonra zora sokacak ve talebi azaltacak, sadece bankalar ve finans kuruluşlarının kazandığı bir tablo ortaya çıkacaktır. Marketlere girip dolaşıp eli boş ayrılanların sayısı her geçen gün artıyor. Geniş kesimler açlık çekiyor, yoksulluk derinleşiyor, dayanmak imkansızlaşıyor.