ACİZLİK

  İnsan, aciz bir kuldur. Acizliği de ihtiyaçları da sınırsızdır. Arzuları, hayali kadardır ama buna karşılık gücü elinin yetiştiği yere kadardır. Hayal göklerin bile üzerine çıkar, merak saikasıyla göklerin de ötesini düşünür ama eli bir ağacın dalına bile yetişmeyebilir, bir meyveyi ağaçtan koparmaktan aciz kalabilir. Gözle görünmeyecek ölçüde küçük bir mikrop insanı mağlup edebilir, yatağa düşürebilir. İnsanın hayali her şeye uzanır, her şeyle alakalıdır. Bu açıdan korkusu da sınırsızdır. Mikroskopla bile görünmeyen bir virüsten korktuğu gibi, dünyaya çarpacak diye kuyruklu yıldızdan da korkar. İnsan, bu sınırsız acizliğine, yaşadığı dünyanın uçsuz bucaksız fezada bir toz zerresi kadar bile bir hacmi bulunmamasına rağmen, donatıldığı duygular sayesinde kendini güçlü zanneder; kâinata kafa tutar ve Rabbine karşı bile nankörlük eder; acizliğini, güçsüzlüğünü kabullenmez. İnsana acizliğini öğreten ve Allah’a teslim olmaya mecbur eden en önemli olgu hastalıklardır. Hastalıklar bir ceza değil, daha çok hastanın çevresini hedef alan bir kulluk eğitimi sürecinden bir parçadır. Kulluk ise, acizliğini ve muhtaçlığını hissedip Rabbine yalvarmak, O’na teslim olmaktan ibarettir. Bu durum, hastanın bizzat kendisine yönelik olmayabilir ama çevresine ve yakınlarına yönelik olur. Çünkü hastanın kendisi sabırlı ve şükreden, acizliğini her an hisseden bir kul olabilir ancak çevresinde bu konuda eksiklikleri olanlar bulunabilir. Yani, Allah tarafından verilen bir musibet, her zaman musibetzedeye yönelik olmaz, kulluk açısından eksiklikleri bulunan çevresindekilere yönelik olur. Çünkü hastalık, günahsız çocuklara, kulluğunda kusuru olmayan takva sahibi ihtiyarlara da isabet etmektedir. Hastalık, Allah’tan gelene sabır ve teslimiyetle hastayı melekleştirir. Bu nedenle hastalık asla ceza değildir. Ancak hastanın çevresi ve yakınlarına karşı bir imtihan niteliğinde özellikle acizliği öğreten bir kulluk eğitimidir. Bu nedenle hastanın kendisine bu rolü itibariyle uhrevi mükâfat tahakkuk etmektedir. Peygamber (ASV) Hz. Ömer’e: “Bir hastanın yanına girdiğin zaman sana dua etmesini kendisinden iste. Çünkü onun duası, meleklerin duası gibidir.” buyurmuştur. (İbn-i Mace, Cenaiz,1) Bu da gösteriyor ki, hastalığın hastadan çok, çevresinden isteği vardır. Elbette hastalıklar için tıbbi çareler aramak ihmal edilmemelidir. Doktora başvurup tedavi olmak sünnette emredilmiştir. Unutulmamalıdır ki hastalılarda tıbbi çareler aramak da fiili bir duadan ibarettir. Hastalığın insana verilmesindeki asıl amaç, insana acizliği hissettirmek onu Şafi isminin sahibine yönlendirmek, Şafi’yi tanıtmaktır. Bir de kişiye acizliğini gösterip onu terbiye etmektir. Zaman olur ki imdat edilen doktor dahi refakatçıdan farksız olur, o da çözüm bulmada aciz kalır. Hasta hangi uzmana götürülse: “ancak ağrı kesici verebiliriz, yapabileceğimiz başka bir şey yok!” cevabıyla karşılaşılır. Hastadan ziyade, hastanın yakınlarını tarifi imkânsız bir çaresizlik sarar. Bütün kapılar kapansa da her şeye gücü yeten Yüce Allah’ın kapısı açıktır. Dua ile onun kapısında çare aramak mümkündür. Acılar içinde kıvranan hastayı yakınlarından daha ziyade düşünen Cenab-ı Hak merhamet eder ve makbul bir duanın sebebiyle şifa verir. “De ki, eğer duanız olmazsa Rabbim ne diye size değer versin?” (Furkan. 77) ayetinin işaretiyle dua, acizliği en değerli duruma getirir, aciz kulu her şeye gücü yetenin kulu derecesine yükseltir. Bediüzzaman bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Arif-i billâh âczden, mehâfetullahtan telezzüz eder (lezzet duyar) … Kâmil insanlar âczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip Allah’a âcz ile sığınmışlar; âczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar.”