DİNLE NEYDEN
“Ölümü düğün gecesi (şeb-i arûs) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır?
O güçlü yenilmez insan. Mevlana’dır.
Ölüme ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan...
Anadolu toprağına durmadan tohum saçıldı.
Bundandır ki, açılan bin bir çiçek ve gül, Horasan koktu, maveraünnehir koktu...”
(Sezai Karakoç; Mevlâna)
Mevlana, vuslatının 749. Yıldönümünde anılıyor. Şeb-i Arûs, yani düğün günü. Ölüm gününü düğün günü olarak görmek ne büyük mana; aşığın maşukuna kavuşması, parçanın bütüne, kesretin vahdete ulaşması... Sahi her doğan insan neden gözyaşıyla başlıyordu hayata, neden ağlayarak ilk adımını atar dünyaya insan? Dünyaya atılmış olduğu için mi ağlar insan, neden, sahi neden? Bir ayrılıkla, büyük bir ayrılıkla başlamıştı her şey. Cennetten yeryüzüne inen Hazreti Adem’in ağlayışı da, ana ‘rahm’inden dünyaya gelen insanın ağlayışı da bu dünyaya olan yabancılık duygusundandır. Dünyada gariptir, yabancıdır insan.
O yüzden “Bi’ş-nev în ney çün hikâyet mîkoned/Ez cüdâyihâ şikâyet mîkoned” diyerek başlamıştı Mesnevi. “Dinle neyden, kim hikâyet itmede/Ayrılıklardan şikâyet itmede” Evet, Mesnevi baştan sona bu ayrılığı anlatacaktı. İnsanın özünden ayrı oluşuna nağmeler dökülecekti baştan sona. Ve “ney” bu ayrılığın temsili olarak her dem bize ötelerden nağmeler sunacak, Öte’ye olan hasretimizi ney ile teskin etmeye çalışacaktık.
Ney, yeryüzüne gönderilen insanın serüvenini temsil etmektedir. Aslından, asli vatanından uzaklaşmıştır insan, yabancılık çekmektedir, özlenen yurt “ney”in yani kâmil insanın ayrı düştüğü için şikâyet ettiği yurttur. Ney’in anlattıkları, insanın ayrılık öyküsüdür. O, kamışlıktan kesileli beri inlemekte ve kadın erkek herkesi ağlatmaktadır. Ney; arayışıdır insanın, dünyada, burada, bu arada, arada kalmamak için, beden hapishanesinde ruhunu kaybetmemesi için, her dem “Ruhun Dirilişi”ni gerçekleştirmesi gerekecekti. Evet, dünyada yaşanılan yabancılık, gariplik duygusu insanı kâmil kılabileceği gibi, çıkmaza da sokabilir. Aynı duyguyu yaşayan Mevlana, Muhittin Arabi, Yunus, Necip Fazıl sahip oldukları yabancılığın ve garipliğin derinliklerinden çıkarken; Sartre, Kafka, Tolstoy, Camus, Nietzsche çıldırır, bocalar, çıkamaz işin içinden. Yabancılık duygusu bazen insanı cinnete götürebileceği gibi bazen cennette de götürebilir.
Ayrılık diyorum azizim, ayrılık. Ney’in hikâyesi ayrılığın hikâyesidir. İnsan için bu dünyada kavuşmak yok. Mesele asil bir arayışın yolunda yürümektir. Aramakla bulunamayacağı bilinse de “Leyla”nın yolunda olmaktır. “Bilirim varılmaz Leyla’ya, gidilir. Ben Leyla’ya giderim” diyerek maşukun yolunda olmaktır. Kim bilir belki de bu yolda Leyladan geçmek gerekecektir. Zira bu dünyada leyla diye görülen belki de sadece bir hatırlamadır, “Leyla”nın izini sürmektir. “Âşıklar da Elest Bezmiʼnden gelen âşinâlıkla, Hakkʼın esmâ ve sıfatlarının âlemde tecellîsini tanıyıp bilmekte ve Bezmi Elestʼte yaşadıkları o ânı bir kez daha tecrübe etmenin izini sürmektedirler.”
“Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun.” Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arayacak, ölümü öldürmek için vuslatı arzulayacaktır. Madem ney ayrılığın hikâyesidir ve madem ruhu teskin edecek olan ancak ruhu, ruhun sahibine teslim etmekle mümkün olacaktır, vuslat için başka yol olmayacaktır madem, o zaman niçin “Şeb-i Arus”a düğün gecesi denilmesine şaşıralım? Dinleyelim o zaman “Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme! Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! Yazık oldu, yazık oldu, deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır! Ben ruhumla büyük bir heyecan içerisinde vuslata doğru kanat açtığımda sakın ola ki cenazemi görüp de; ayrılık, ayrılık! Deme. Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, Rabbimle buluşma, yani vuslat vaktimdir! Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; veda, veda! Deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir! Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay batıp gözden kayboldukları zaman onların nuruna bir ziyan gelir mi? Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır! Hangi tohum toprağa atıldı, ekildi de tekrar bitmedi; vakti gelince topraktan filizlenmedi? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir zanna düşersin? Hangi kova suya sarkıtıldı da dolu çıkmadı? Can Yusuf’u neden kuyudan zarar görsün, niçin feryad etsin?”
Mevlâna’yı anlamak; biraz da Mevlâna’nın yaşadığı zamanı anlamakla mümkün olabilecektir 700 yıl öncesinden bugüne bir ses gelir. Ve bu ses, bugün hala bizi ısıtmaya devam ediyor. Dünyaya, dünyanın içerisinde bulunmuş olduğu buhrana bir çare olarak, yanı başımızda dokunabilmemizi, temas edebilmemizi, o sesi duyabilmemizi bekliyor. 700 yıl önce bu topraklarda bir taraftan Haçlılar, bir taraftan Moğollar; taş üstünde taşın, gövde üstünde başın kalmadığı zamanlar. Her şeyin bittiği duygusunun her yanı sardığı bir zaman diliminde, yeniden dirilen, yeniden tohum saçan bir anlayışla; Mevlana'lar, İbn Arabi’ler, Yunus Emre’ler Hacı Bayram-ı Veli’ler, Hacı Bektaş-ı Veli’ler düne olduğu gibi bugüne de de ışık tutuyor.
Sözü uzattıysak, “ney”in nağmelerinin gönlümüzde yer bulmasını istememizdendir. Sezai Karakoç’la başlamıştık onunla bitirelim; “Evet, Mevlâna, devrinin o fetret döneminde, İslam ruhunun yaşaması için çırpınan bir pir, bir erendi. Yeniden dirilmenin sancıları için kıvrandığımız bugünde, bu en korkunç fetret gününde de, ruhu ve hâtırasıyla, bir diriliş piri, ereni olarak bize yol gösteriyor, ışık tutuyor, manevi tasarrufuyla, eseri ve tesiriyle, yardımda bulunmaktan geri durmuyor.”