ÖLEBİLSEYDİK, OLABİLİRDİK!
“Dünya ağır bir yüktür, Onu atmayan bilmez. Hayat, "ölmeden ölmek"... Bunu, tatmayan bilmez.”
Seyyid Ahmet Arvasî
Olmak ve ölmek arasındadır insan. Ya da hayat ölmek ve olmak arasında bir yolculuktur. Olmak için ölmek gerekecektir. Dirilmek için ölmek, ölmeden ölmek gerekecektir. Ölmeden ölenler dirilmenin hazını yaşayacaklardır. Ölüm dirilmenin yolunu açacaktır. Ölmeden önce ölmeyi bilmeyenler gerçekten öleceklerdir. Ölmeden ölenler ölümün ol/durduklarından olacak iken, ölmeden önce ölmeyi bilmeyenler gerçekten öleceklerdir.
Ölerek hayat bulmak, ölerek hayata tutunmak, hayat olsun için ölmek… Yok, yok! Olmak yolunda ölmek gerekecektir. Simurg Anka gibi; yolda olmak için, yolda “ol”mak için, yolda yok olmak gerekecektir. Ölmemek için olmak, olmak için ölmek… Değilse yaşamak mümkün olmayacak… Yolda fena kılarak kendisini, yok olmaktan kurtulmak, baki olana bağlayarak tüm hayatı var olmak. Yokluğunda var olmak… Varlık elbisesini giymek için ölmek… İşte kurtuluş yolu budur.
Evet, azizim, ölebilseydik, olabilecektik belki ama ölebilmeyi göze alamadığımız için olamadık. Daha fazla “yaşamak için”, bize hayat olacak ölümden vazgeçtik. Yaşayan ölü olmayı, ölümle diriltecek hayata tercih ettik. Ölebilmek; yaşarken ölü olmamak için, toprağın üstünde mezar olmaktan kurtulabilmek için, olmak için, yanmak için, yaşamda hayat bulmak için ölmek…
Ölmek için değil mi bütün hayatımız, ölmek için yaşıyoruz madem ölmeden ölmek gerekecektir. Ölmeden öldürmek gerekecektir. Kendini ölümsüz sanan her yanımızı öldürmememiz, ölümsüzlüğün kibrini yaşayan her yanımızı öldürerek ölümden kurtarmamız gerekecek... Fakrını, aczini, yokluğunu hiçliğini bilmek gerekecek. Nefsini, hevasını, isteğini yok etmek, öldürmek gerekecek… İşte tam da bunun için ölmek gerekecek. Ölmeden olmayacak. Zira olmak gerekecektir.
Hatırlıyorsun demi, ilk sözünü insanın? Hani “bela” demiştik hep beraber. Kalu bela diyerek ölmeyi seçmiştik. “Bela” ile yok olarak, var olmuştuk. Varlığımızı var oluşa, sürekli oluşa, insan oluşa çevirmek için ölerek bir başlangıç yapmış idik. Bir de pervane vardı hani; mumun etrafında dönen pervane aşk ıstırabından kurtulmak için kendini ateşe atarak var olmuştu. Olmak için ölmüş idi. Aşk imiş madem her ne var âlemde, aşk için ölmek gerekecekti. Hafız ne güzel şiire dökmüştü; pervanenin halini.
Aşkın alevi içinde ışıl ışıl
Nasıl yanarsa ruh mum gibi,
Saf bir gönülle ben feda ettim tenimi.
Özlemiyle bütünün erimedikçe sen,
Mum etrafında dönen pervane gibi,
Aşk ıstırabında kurtaramazsın kendini.
Ve “Hafız, seninle boy ölçüşmek ne çılgınlık!” ifadesini kullanacak olan Goethe’de şöyle diyecektir:
Öl de ol kanunu anlamadığın sürece,
Yeryüzü gecesinde bir karanlıksın sen sadece.
Bir de Sadi çıkıp gelecek karşımıza Gülistan’dan bize seslenerek, kurtuluşu ölmekte görecekti.
Aşkın amansız kanunudur bu, çocuğum!
Bilmek istiyorsan sırrı bak söylüyorum:
İnsanı onun alevinden ancak ölüm kurtarır.
Ölünüz efendim ölünüz, olmak için ne olur biraz ölünüz. Ölmeden olmak olmaz. Olmak için ölenlere ne mutlu! Sözü Dücane Cündioğlu’nun “Ölümün Dört Rengi” kitabından yapacağımız alıntı ile bitirelim.
“Hak ehlinin mirasıdır bize, ölmeden önce ölmek. Ölebilmek... Hz. İnsan haline gelebilmek için ve dahi mananın ışıltısıyla yanmak uğruna maddenin çamurunu gönül aynasının üzerinden silmekle görevlendirildik. Sonra unuttuk. Unuttukça ve unuttuğumuz için unutulduk. Terkedildik. Ölmeden önce ölmeyi bilmediğimiz için. Ölemediğimiz için. Uyanamadığımız için. Ölümün renkleriyle boyanmadığımız ve dahi boyanmak gerektiğini bilmediğimiz için.(…) Kendimin peşindeyim. Kendimin yani hakikatin. Hakikatimin, tüm güçlü ve zayıf taraflarımla kendimin. Yoldaşsız bir yolda. Tek kişilik bir yolda. Herkes gibi. Yalınız. Yürüyorsam düşe kalka, bil ki ısrarımdan. Evet, kendimde ısrar ediyorum. Yolumda. Israr etmek zorundayım. O halde, sen ey çocuk, gülme, çaresizim. Yaralıyım. Kendimle aramdaki mesafeyi kapatmak zorundayım. Büyüklerim gibi. Büyüklerin gibi. Efendimiz gibi. Ölmek zorundayım. Bir an önce. Hiç değilse ölmeden önce…”