HÜZÜN MAKAMINDA BİR ROMAN; “MEHMED ÂKİF”

“Büyük insanlar kendileri için değil milletleri için yaşarlar.” Böyle başlıyordu; Sezai Karakoç’un “Mehmed Âkif” adlı kitabı. Kendini “Millet”e,  “Millet”in kurtuluşuna adamış bir şairdir Âkif, evet kurtuluş şairidir, evet İstiklal şairidir, evet bir hareket şairidir, evet kimsenin olmadığı zamanda Anadolu’yu gezerek ümidini yitirmiş kitleleri ayağa kaldıran bir umut şairidir Âkif… Bunların hepsi doğru ama bir yönü var ki bilinmediği takdirde Âkif’i tanımış olamazsınız dahası Âkif’i görmezlikten gelmiş, yok saymış olursunuz. Evet, hepsinin üstüne, bilinen tüm yönlerinin üstüne bir hüzün şairidir Mehmet Âkif ERSOY…” Âkif’i en iyi tanımlayan kelimenin hüzün olduğunu ifade ederek; “Hüzün Şairi Mehmet Âkif “ demiştik.  Ali Emre’nin ocak ayında yayınlanan ve üç ayda üçüncü baskıya ulaşan “Mehmed Âkif” romanı tam da Âkif’in görmezlikten gelen yönünü de ortaya koyarak hüzün makamında bir roman olmuş.  Daha önce Nureddin Zengi, Selahaddin ve Baybars romanlarıyla dikkat çeken Ali Emre, yeni romanında şiirsel bir dille; Âkif’in hayatını on beş yaşından alarak vefatına kadar işliyor. Her bölümün sonunda, yaşanan döneme ve Âkif’in hayatına tanıklık eden önemli bir isim konuşturuluyor. Romanda, Balkan faciası ve 31 Mart Vakası’ndan İstanbul’un işgaline, Ali Şükrü Bey cinayeti ve İstiklâl mahkemelerinden “İrtica 906” dosyasına kadar, “görmezlikten gelinen”, “bilinmek istenmeyen”, Âkif’e dair birçok önemli gelişmeye temas ediliyor, bu güzel romanda. Yazarımızın, emeğine, gönlüne sağlık, bereketli olsun inşallah. Evet, isterseniz sözü fazla uzatmadan “Mehmed Âkif” romanını herkese ama hassaten gençlere tavsiye edelim ve sözü tanıklıklardan birkaç alıntı ile romana bırakalım.  "Mithat Cemal Anlatıyor... Âkif'i sadece sevmek bile büyük cesaretti. Bir zamanlar, yanlarına gittiğinde Mehdi'yi görmüş gibi gözleri ışıldayan en yakın dostları dahi, devlet tarafından ciğeri beş para etmez bir vatan haini gibi kovalanan mütefekkir şairi, gizli sevmek zorunda kaldılar... Heyhat! Bizim gibilerin gücü çok az şeye yetiyordu elbette. Ona şu koca dünyada bir yer gösteremedik; haydi dünyayı geçtim, onu bir ülkeye, bir memlekete bile sığdıramadık. Hastalıktan erirken çoğumuz yanında degildik, dahası, öldüğünde de bedeninin istirahat edeceği bir avuç toprağı çok gördük. Başka milletlerin başına taç eyleyecegi, hayatını ve eserini santim santim işleyeceği büyük bir adama etmedik eziyet bırakmadık. İtiraf edeyim; yeri geldiğinde bu kahpelikleri ben de gizledim, ben de bu fenalıkların üstünü kapatmaya yahut bir kalemde geçiştirmeye çalıştım, başka yönlerini öne çıkararak hakikati yaraladım. Açıkça söylemesek de ona sövdük, onu küstürdük, onunla birlikte ders ve ibret dolu bir devri de tekmeleyip attık... Evet. Âkif konusunda hepimiz nankörüz, hiçbirimiz onun kıymetini hak ettiği zaman ve miktarda bilmedik, bilemedik... Utanıyorum bunları söylerken, kanser tedavisi görürken bile peşini bırakmadılar; neredeyse gün gün, saat saat izlediler. Ah Allah'ım! Üşenmediler; cenazesine katılanları bile bir bir tespit edip fişlemeye kalktılar. Vefatından sonra adına düzenlenen anma programlarını soruşturdular. Kendisine neredeyse bitişik yaşayan, en yakın arkadaşı Eşref Edip ise büyük bir utanç içinde, itile kakıla İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı aylarca. Âkif, tehdit ve takibin, harlanmış bir ateş gibi topuklarını yaladığı o günlerde Mısır'a gitmeseydi, belki daha beteri kendi başına da gelecek hatta zorbaların karşısında eğilip bükülmeyen boynu, muhtemelen dar ağacında ipe çekilecekti... **** "Eşref Edip Anlatıyor... Ah ah! Dertlerine tercüman olmak ve acılarını azaltmak için çırpındığı halkının sevgisi yetiyordu o mütefekkir şaire. Lakin talihte en çok bu adama çatmaktan, bu İzzet ve şahsiyet heykelini sınamaktan hoşlanıyordu..." **** Mustafa Kemal Paşa Anlatıyor… İstiklâl madalyası da verdik, mükâfatı kabul etmeyen Mehmed Âkif’e. Gösterişten hiç hazzetmediği için onu da göğsünde, üstünde değil, cebinde yahut sandığında taşıdı. Ben de dâhil, kendisiyle aynı mayadan geldiğini düşünmediği hiç kimsenin masasına, sofrasına, meclisine yanaşmadı. Kimseye eyvallah etmedi, kimseden bir şey dilenmedi. En yakın arkadaşları arasında bile başına buyruktu hep, tekti, biricikti. Hür söyledi, hür yaşadı, haddinden fazla çile çekerek de olsa, hür öldü… **** "Oğlu Emin Ersoy Anlatıyor... Keşke onu bir kere daha görüp "Beni de berbat ettiler Baba!" diyebilseydim; "Beni de yakıp yıktılar Baba; beni sırf ayet okuduğum için, namaz kıldığım için, en mühimi de senin oğlun olduğum için mahvettiler. Hayatımın baharında bana kıydılar baba! Üstelik devam ediyorlar hala! Söyle baba, şu üç günlük dünyada ne zaman güldü yüzüm benim!" **** "Mehmet Âkif Anlatıyor... Yıllarca, bir duvardan alıp başka bir duvara vurdu beni, zamanın yeli. Bu hastalık da kolumu kanadımı kırdı iyice. Memleketimi son bir kez gördüğüme seviniyorum elbette. Fakat içime kanayan bir çeşme koymuşlar... Şiirini, destanını, marşını yazdığım ülkede, kuduz köpek gibi kovalandım. Peşime hafiyeler taktılar. Eserime zincir vurdular. Gücümü, neşvemi, ümidimi budadılar. Dostlarıma eziyet ettiler. Dahası memleketin, milletin düşürdüğü bu hal..." **** "Eski Tophane Müezzini Anlatıyor... -Mehmed Âkif'in cenazesi bu, ey utanmazlar! Safahat şairinin, İstiklal şairinin, Kur'an şairinin cenazesi! Vicdanınız ne çabuk kurudu ey insafsızlar? Sağa sola koştum. Esnafa söyledim, talebelere yalvardım. Nihayet işini bırakan yahut korkusunu yenip gelenler oldu. Resmi katılım olmaması bir yana, memurlara da aba altından sopa gösterilmişti. Hamiyet sahibi insanlarla tabutu kaldırıp avluya girdik. İtirazlara aldırmayıp namazını kıldık. Öfkeli zabitler ve polisler de etrafımızı çevirdi bu arada... "Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!" diyen kahramana, bir avuç toprağı bile çok görüyorlardı şimdi. O sırada, kulakları tırmalayan bir ses yükseldi: -Tanrı uludur, Tanrı uludur!"