TEFSİR, TE'VİL VE İHTİLÂF

Tefsir, kelime manası itibariyleyorum, izah, açıklamak demek. Istılahi, yani teknik anlamda İlahi beyanınsatırları içine gizlenmiş manayı, amacı, inceliği ve derinliği keşfedip ortayaçıkarmaktır. Eskilerin ifadesiyle “makasıd-ı Kurâniyyeyi veya murad-ı ilahiyianlamaya çalışmaktır.” Modern zamanlara ait ifadesiyle “anlambilim” ya da“yorumbilim.” Kur’an, kendisini “La Reybe Fih” yani apaçık (lütfen dikkat! açıkdeğil, apaçık) olarak tanımladığı halde neden yüzlerce, hatta binlerce tefsirkaleme alınmış? sorusu hayati bir önem taşımakta. Her müfessir, kendi anlambilimiaçısından bu soruya çok değişik cevaplar vermiş, ancak verilmiş olan bütünyanıtları bir tek cümlede özetleyebiliriz: “İlahi beyanın anlaşılmasınıkolaylaştırmak.” En güvenilir rivayete göre günümüze kadar yüz bini aşkıntefsir kaleme alınmış. Bu tefsirlerin birçoğu Kur’an’ın anlam, içerik vemesajından ziyade üslup, ifade ve grameri üzerinde yoğunlaşmış. “Her tarif bir tahriftir”ilkesinden yola çıkarsak tarih boyunca kaleme alınmış olan bu eserlerinKur’an’ın anlaşılmasını kolaylaştırmak yerine -tam tersine- zorlaştırdığısöylenebilir. Bu düşünce ilk dönem bazı selef âlimleri tarafından defalarcadile getirilmiştir. Bir ciltten fazla olan tefsirleri “bid’at” olaraknitelendirmişlerdir. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan anlam kapalılığı,bulanıklılığı, metodoloji sorunu bu tefsir bolluğunun ana nedenlerinden sadecebiri. Konuya daha iyimser bir açıylayaklaşanlar bu durumu “farklılık, renklilik, çeşitlilik, zenginlik” olarakyorumlayabilirler. Ancak geçmişteki ve hali hazırdaki zihni/amelidağınıklılığımız, parçalanmışlığımız bu iyimser yaklaşımı pek doğrulamıyor.Yani hüsn-ü niyet, realiteyi değiştirmeye yetmiyor. Bugünün manzarası hiç de iç açıcıdeğil. İkincil (tali) metinler ve şerhler asli kaynağın yerini tutmuş durumda,yani merkeze önce ikincil kaynak alınıyor asli kaynak ara sıra müracaat edilmeküzere raflarda bir aksesuar gibi bekletiliyor. İlginçtir ki her “tali kaynak”sahibi kendi iddiasını kanıtlamak için “asli kaynağı” bir laboratuar gibikullanıyor. Ondan daha ilginç olanı bu acıklı tabloyu mazur ve meşru göstermekiçin yine asli kaynaktan bir sürü delil sıralamak. Yani sizin anlayacağınızbugünkü anlam dünyamız bu ikincil şerhler üzerine kaim. Metin bir ve tek ancak ona binaedilen, daha doğrusu onun üzerine inşâ edilen yorumlar yüzlerce. Gerçek nasılbir anda yüzlerce değişik renge bürünebiliyor? Mu’ciz olan Kur’an çok yerdeaçık bir şekilde ve ısrarla ”dağılmayın, parçalanmayın” diye uyarıda bulunurken;konuşan Kur’an ve el-Emin olan Peygamberimiz (as) nasıl ”ümmetimin ihtilâfırahmettir.” diyebiliyor? Görünürde bir karşıtlık var ama ‘te’vil’ yoluyla bunugidermek yapılabilecek en kolay şey. İmam Gazzali hadisteki ihtilâfıolumlu (müspet) ve olumsuz (menfi) diye ikiye ayırır. Tıpkı bid’ayı iyi(hasene) ve kötü (seyyie) diye ikiye ayırdığı gibi. Halbuki Nebevi beyanda hertürlü bid’a’nın ateş olduğu açık ve kesin. Abdulkerim Şuruş’a sorarsak cevapçok basit. İlahi metin tek, ancak onu anlamaya, algılamaya çalışan zihinlerbinlerce, her zihin kendince hem anlama bir şeyler katar hem de ondan birşeyler koparır. Yani koyu ve karanlık bir görecelilik… Hatemi, Şuruş’un izini takipederek İslam’ın tek olmadığı ve yaşayan Müslüman sayısınca İslami algılayışlarınolduğunu söyler. O zaman insanın şöyle sorası geliyor: “İslam’ın bağlayıcılığınerde kaldı? Daha doğrusu eğer ortada tanımlanmış ve çerçevesi çizilmiş bir dinyoksa insanlar neye, niçin, nasıl ve neden inanacak?” Afgani’ye sorarsak meseleninkaynağı Dehrilik. Onu dirilmemek üzere çürütmek lazım. Halbuki günümüzdedehriler, yani ateistler, nesli tükenen son ucubeler. Sorunumuzun onlarlahiçbir ilgisi yok. Ve tilmizi Abduh’a sorarsak çözüm“Zamana yayılmış uzun soluklu bir maarif meselesi.” Aradan tam bir asır geçtimaarif meselesi kısmen çözüldü ancak sorun hala bütün vuzuhuyla ayakta. Öztürk, Atay, Kırbaşoğlu vemodernistlerin kaffesi için çözüm çok kolay: İkincisini, yani uydurma hadisiatın sorun kendiliğinden çözülür. Ancak bu çöpe atma o kadar kolay mı? En sahihkaynaklarda bile bu ve benzeri hadis-i şeriflere rastlamak mümkün. Bulaç, Kaplan ve benzerlerinesorarsak bize ”parametre, paradigma, modernizmin sonu, medeniyet hamlesi” gibiyığınla ıvır zıvır sıralarlar. Dücane’ye sorarsak sorunun teknedeni Kur’an’ın lisanına ve o lisanın nâzil olduğu devre vukufiyetsizlik. Yanitüm müfessirlerimiz bir parça cahil. Şeriati’ye sorarsak meseletarihin uygunsuz yürüyüşünden kaynaklanmakta. Hegel bile bu noktada çaresizsebiz ne yapabiliriz? Kutup ve Mevdudi’ye sorarsakçözümün tek adresi siyasi bir inkılabın zafer tacı. İran 79’ lardan beritakıyor bu tacı, fakat sorun hala dimdik ayakta. Fazlul Rahman’a sorarsak sorunkökü çok derinlerde bir bilinç ve kavrayış sorunu. Ancak uzay çağına geldikhâlâ o bilinci yakalayamadık nedense. Daha başka birine sorarsakbiricik çözüm “sağlam bir tasavvurun inşası.” Yani histerik ve depressifçıkışlardan olabildiğince uzak kalma. Bu durum yolun başındakiler için geçerli,hâlbuki yukarıda saydığımız malum zevat bu yolun sonuna gelmiş bulunuyor. Yaninasihat devri çoktan bitti. Hulasa, “anlamın buharlaşması”,yani sadelik ve tazeliğin kaybolması zihinleri zifiri bir kaosun içinesürükledi. Tek umudumuz: te’viller, tavizler, tabirler, tefsirler, telmihler…Şair ne güzel söylemiş: Ettik o kadar ref-i taayyün kiNeşati Ayine-i pür tab-ı mücelladanihanız.