“EY KAVMİM!”

"Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve 'Ey kavmim!' dedi, 'Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!" (Yasin Suresi, 20-21)

‘Ey Kavmim’ adında kiminin Halil Cibran, kiminin Ahmet Altan’ a atfettiği bir şiir vardır:

“Ey Kavmim!..

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. 

Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. 

Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını, bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. 

Tanrı'ya yakarır ama firavunlara taparsın. 

Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.

Ey kavmim... 

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.

Korkarsın kendinden olmayan herkesten. 

Ve sen kendinden bile korkarsın. 

Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. 

Hazreti İsa'yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. 

Gündüzleri Maria Magdalena'yı 'fahişe' diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. 

Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i, Kuran'ı bilirsin. 

Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın.

Ey kavmim... 

Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.

Dönüp de bakmazsın ölülerine. 

Ama sen kendi acına da yabancısın. 

Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin. 

Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. 

Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. 

Ve nefret edersin dilencilerden. 

Utancı bilir ama utanmazsın. 

Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın. 

Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.

Ey kavmim... 

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. 

Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. 

Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. 

Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. 

Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin. 

Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın. 

Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın. 

Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.

Ey kavmim... 

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. 

Ölülerine dönüp de bakmazsın. 

Ama arkana baktığın için taş kesileceksin. 

Ve sen kendine bile ağlamayacaksın. 

Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin. 

Musa önünde Kızıldeniz'i açsa o denizden geçemezsin. 

Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.

Ey kavmim... 

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin…”

Evet kavmim; aynen öylesin. Ne yazık ki, öylesin.

Ey kavmim, gömleğini çıkarma teklifini kabul etmenin seni ne hale getirdiğini gördün mü?

Nasıl da zelil olduğunu hissedebilecek haya duygun kaldı mı?

Akşam için poşetine bir şeyler atma telaşından, açlıktan öne eğilmiş başını kaldırıp eserine bakabilir misin?

Çıplak haline alışmış olarak, o teklifi yapanların kapılarında, alıştırıldığın zillete devam için bir daha diye pervane olmaktan pervan kalmadı.

Ne hale geldiğini görmek için başını kaldıracak mecalin ve sogulayacak ruhun kaldı mı? 

Sorun şu ki, yeni biri olmayacak, yeni/iyi bir durum olmayacak. 

Sana yeni çıplaklar değil, senin ilk giydiğin eski gömleğin gerek. O ogömleği çıkarma teklifini kabul etmemişler gerek belki de.

Anlamıyor musun?

Ey kavmim, insan öldürmeyi, zayıfa karşı acımasızlığı, linci, parayı, gücü, insan yakmayı ne kadar da seviyorsun. 

Ve her seferinde, hiç haya duymadan, haramilerinle beraber viraneye evirdiğin, ifsad ettiğin, kana buladığın bu beldeyi sevdiğini söylersin. 

Bu nasıl bir sevgidir ki, kirletir baktığı her yeri.

Evet evet ey kavmim, budur halimiz. Şimdi, önce kendini kınamalı değil misin?

Dünya bekle bizi diyenlerin eline geçse ne yapılır, bilmem ama kimi kez durumun resmidir bazı şiirler. Değişen pek bir şey olmuyor on yıllar girse de araya. Oysa şehrin öbür ucundan bir adam gelmiş ve gereken uyarıları yapmıştı. Ama kavmim, suratını ekşitmişti, kahreden, kahrolası bir karar vermişti.

“O, düşündü taşındı, ölçtü biçti.

Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti!

Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!

Sonra baktı.

Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.

En sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi.

“Bu” dedi, “Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir.

Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.”

Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. “ Müddessir: 18-26

“Canı cehenneme rahat uyuyanın

Kapısını örtenin perdesini çekenin

Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın

Duvarları ancak çarpınca görenin

Canı cehenneme başkasının yangınıyla

Evini ısıtıp yemeğini pişirenin.

Ey bir halkın gözyaşıyla ruhunu yıkayan kin

Ey zulümle yükselen başarı

Ölü sayısına endeksli maaş;

Uzun masallar ardında mağrur

Boynunda ölüm çanıyla oturan güç

Senin de senin de canın cehenneme” / Şükrü Erbaş

Belki böyle olmayabilirdi. Ve ama keşke yine de ey kavmim, böyle olmasaydı.

Ve siz de ey kavmim, alıştınız mı yoksa? Zira sizden ne bir ses ne iyiye yönelik bir adım atma niyeti sadır oluyor. Neden, neden mabetler diktiniz ki, bulduğunuz her boş tarlaya?

“nerde bir boş tarla bulsalar

koşup oraya mabetler dikmek için

yine de makbuzlar bastırılır

pullar satın alınır

bu cüzdanlar biletler kimlik kartları

nasıl da sağlam onaylatılmış olur

nasıl da hıfzedilir koyunlarda

uçmuştur avuçlardan bir kez

ah, nerde kaldı bütün bu çıbanları iyileştiren ecza

Allah’ım dayanılmaz bir şey görüyorum

daha gözleri açılmamış bebelere

renkli şekerler satıyorlar.

kafam kamaşıyor birçok şeyden

bu gelen aydınlık değil sanki

cilâ

bazı cumalar ondan parlıyor

ondandır öğretmiyor

ürpertiyor bazı gazeteler

loş kuytularda

nemli koridorlarda sabahlayan çocukları.

kimi bir ölünün toprağına bağlayıp umudunu

hazreti İsa’yı beklerken Mehdi diye

kimi düşlerinde çıkagelen Hızır’la uğraşıyor

kimi cebinde günaydın gazetesi

ağzı oruçlu

kiminin destan oluyor abdest alarak saygı duruşu

bürün bürün başkalarının kefenine

yaşa, hep bir başkası olarak yaşa

ve hanginiz halktır arkadaşlar

ve yönetmek için kendi kendinizi

kimdir sizi halkeden (yaratan)

millet’tiniz ne güzel siyahlar

sarı ırklar beyaz kırmızı tenler

ansızın halk oldunuz

‘on yılda onbeş milyon’

kırıla kırıla bitmeyen kavgalarda

ansızın halk oldunuz

düştü kasketiniz öne

gayrı bakıverseniz hangi yöne

‘demir ağlarla örülmüş bir vatan’

düdüklü polisler trenciler

kültür yuvaları halkevleri balolar

çok eskiden giyinmiştiniz oysa

bu tulûat kefenini

kim ne derse desin

kim savunursa savunsun geçmişinizi

kendi ellerinizle bozdunuz kendi güzelliğinizi

benimse söylemekten başka çarem kalmadı

bu çömelmenin ilâcı

bulunur yine de kendi cevherinizde…” 

Metin Önal Mengüşoğlu

Ne mutlu “Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen adam” ın çağrısına uyanlara.