BEDİÜZZAMAN

Asr-ı Saadetten asrımıza açılmış bir pencereydi. O’nun hayatına bakıp, sünnet-i seniyyeyi, Ashab-ı kiramın yaşantısını anlamak mümkündü. İbn-i Abbas veya İbn-i Mes’ud gibi ilim meclisinde oturmuş Kur’an’ı tefsir ediyordu. Sanki Hz. Ali’nin dizinin dibinde yetişmiş, sanki O’ndan ders almıştı. Kısa süren talebeliğinde “Molla Said-i Meşhur” adıyla ünlendi. Hocalarından Molla Fethullah, zekâ ve hafızasına hayran kaldı ve kendisine “zamanın harikası” anlamında “Bediüzzaman” unvanını verdi. Yıllar sonra fena ve fani bir adam, onunla ilgili olarak yazdığı kitabında, “müceddid, müctehid, müfessir…” gibi mim’le başlayan 70 sıfatını saymıştı. 1900 yılında İngiliz sömürge bakanının, Müslümanları kastederek, “Ya bu Kur’an’ı söndürmeli, ya da halkı ondan soğutmalıyız, yoksa onlara egemen olamayız!” sözü çok ağırına gitmişti Bediüzzaman’ın. “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim!” diyerek yola çıkmıştı. Kur’an tefsiri telif etmeyi planladı. Ve İşaratu’l-İ’caz” adını verdiği tefsirine başladı. Fatiha suresinden başlayıp Kur’an-ı Kerim’in tamamını tefsir edecekti. Hedefi buydu. Ancak çıkan savaşlar, değişen yönetimler, esaret, zindan hayatı ve imkânsızlıklar, bu hedefine ulaşmasını zorlaştırdı. Bunun üzerine, asrımızla daha çok alakadar ve asrın manevi hastalıklarına parmak basan ayetleri tefsir eden ve günümüz ilmi anlayışına uygun olarak açıklayan “Risale-i Nur Külliyatı” adıyla eserler yazmaya başladı. Ancak İngiliz Bakanın fikirdaşları, uzantıları ülkemizde de çoğalmıştı. Hatta önemli mevkileri de işgal ediyorlardı. Bediüzzaman’ın tabiriyle hepsi “şeytandan aynı dersi” alıyorlardı. Kur’an’a ve Kur’an talebelerine karşı insafsızca bir hareket başlatılmıştı. Kendisini Kur’an’ın talebesi ve hizmetkârı olarak ilan eden Bediuzzaman’a Mekke müşriklerinde bile az rastlanır zulümlere giriştiler. “Kâfir Rus’un bana yapmadıkları zulümleri burada bana yapıyorlar!” şeklinde kendisi bunu ifade etmiştir. Sürgünler, hapisler, işkenceler peş peşe sürdü. İnsanlardan onu tecrit ettiler, kendisine selam vereni bile tutukladılar, en ücra köylere sürgün ettiler ikamete mecbur bırakıldığı evinin karşısına yalnız onun için karakol diktiler. Yemeğine defalarca zehir kattılar. Mahkemeler, yargıçlar onu yargılamak için yarışa girmişlerdi. Biri bırakıyor öbürü tutukluyordu. Kur’an hadimini susturmak ve Kur’an’ın bu çağımızdaki rahmetini durdurmak istiyorlardı. Bunun için Kur’an arşına doğru hırlıyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki, köpeklerin havlaması bulutlara zarar vermez, yağmuru durduramaz. Hiçbir baskı, zulüm onu yıldırmadı. Onu teslim alamadılar. “Her şeyin güzel tarafından bakmak lazım” prensibine uyduğu için, Kendisini götürmekle görevlendirilen askerlere, memurlara “Evladım, kardeşim” derdi. Kelepçede sanat var diye onu da beğenirdi. Sürgünler için, “Kader-i İlahi beni gezdiriyor” derdi. Kur’an’a ve İslam’a yönelik en küçük eleştiriye mahkemede bile hiddetle cevap verir, delillerle çürütür, savcıları sustururdu. Ama savcıların şahsına yönelik eleştirilerine, “Allah razı olsun, benim kusurlarımı yüzüme söyleyerek kendimi beğenmeme prensibimde bana yardımcı oluyorsunuz” derdi. Hz. Yusuf gibi, hapishaneyi medreseye çevirmişti. O yüzden “Medrese-i Yusufiyye” derdi hapishaneye. Kâinatı Allah’ın tekvinî bir kitabı olarak görürdü. Kur’an, Kâinatı okuyor, kâinat lisan-ı hal ile Allah’ı anlatıyor, Esma-i Hüsna’yı yansıtıyor. Bu itibarla kendisi bir Kur’an’ı, bir de Kâinat kitabını okurdu. Kendisine başka kitap vermezlerdi, bunları da elinden alamıyorlardı. Zamanın idarecilerinin tüm baskı, tehdit ve engellemelerine rağmen, sürgünde kaldığı İsparta’dan yola çıkıp Şanlıurfa’ya geldi. “Ben burada ölmeye geldim!” diyordu. Zamanın İçişleri bakanlığı, hasta yatağında bile rahat bırakmıyor, O’nu buradan geri götürmeye uğraşıyorlardı. Ama Şanlıurfa büyüklerinin ve halkının sert tepkisiyle ve engellemesiyle karşılaştılar. 23 Mart 1960 tarihinde Şanlıurfa’da kaldığı İpek Palas otelinde vefat etti. Evet, İmanıyla, eserleriyle, Kur’an’dan aldığı ilhamlarıyla dünyayı sarsan ve gündemden hiç düşmeyen Bediüzzaman, bir evi bile olmadan otelde vefat etti. Tereke Hâkimliğinin tesbitine göre, bıraktığı mal varlığı: Cizlavet marka bir çift lastik ayakkabı, birer adet gömlek hırka, cübbe gibi üzerinde bulunan giysileri; bir sepet içinde tas, tencere, çaydanlık, birkaç bardak, bir adet kırık gözlük ve iki adet kalemden ibaretti. Sayısızca mülkler içinde, şatafatlı bir hayat sürerek müslümanların liderliğine soyunanlar bundan utanmalıdır. Hayatta iken kendisini rahat bırakmayan zalimler, ölüsünden bile korkuyorlardı. Vefatından üç buçuk ay sonra, Dergâh’taki kabrini gizlice açıp naşını bilinmeyen bir yere götürdüler. O, “Zalim ve kalleşlerle mahşer gününde hesaplaşacağız!” demişti, biz de bundan eminiz. Ne yazık ki vefatından yıllar sonra Müslümanlar içinde çıkan bazı gruplar kendilerini Müslüman kabul ettikleri halde bu büyük İslam âlimine karşı zalim kâfirlerden daha şiddetli bir düşmanlık içine girdiler. Bediüzzaman, hiss-i kable’l vuku’ nev’inden bunları hissettiği ve “en tehlikelisi” diye nitelediği bu kalleşleri şöyle deşifre etmiştir: “Birşey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın..” (Mektubat, Beşinci Desise-i Şeytaniye.) Bu büyük İslam âliminin vefat yıldönümü münasebetiyle kendisini rahmet ve minnetle yâd ediyoruz. CEVİZ GÖLGESİNDE Abdullah YILMAZ BEDİÜZZAMAN Asr-ı Saadetten asrımıza açılmış bir pencereydi. O’nun hayatına bakıp, sünnet-i seniyyeyi, Ashab-ı kiramın yaşantısını anlamak mümkündü. İbn-i Abbas veya İbn-i Mes’ud gibi ilim meclisinde oturmuş Kur’an’ı tefsir ediyordu. Sanki Hz. Ali’nin dizinin dibinde yetişmiş, sanki O’ndan ders almıştı. Kısa süren talebeliğinde “Molla Said-i Meşhur” adıyla ünlendi. Hocalarından Molla Fethullah, zekâ ve hafızasına hayran kaldı ve kendisine “zamanın harikası” anlamında “Bediüzzaman” unvanını verdi. Yıllar sonra fena ve fani bir adam, onunla ilgili olarak yazdığı kitabında, “müceddid, müctehid, müfessir…” gibi mim’le başlayan 70 sıfatını saymıştı. 1900 yılında İngiliz sömürge bakanının, Müslümanları kastederek, “Ya bu Kur’an’ı söndürmeli, ya da halkı ondan soğutmalıyız, yoksa onlara egemen olamayız!” sözü çok ağırına gitmişti Bediüzzaman’ın. “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim!” diyerek yola çıkmıştı. Kur’an tefsiri telif etmeyi planladı. Ve İşaratu’l-İ’caz” adını verdiği tefsirine başladı. Fatiha suresinden başlayıp Kur’an-ı Kerim’in tamamını tefsir edecekti. Hedefi buydu. Ancak çıkan savaşlar, değişen yönetimler, esaret, zindan hayatı ve imkânsızlıklar, bu hedefine ulaşmasını zorlaştırdı. Bunun üzerine, asrımızla daha çok alakadar ve asrın manevi hastalıklarına parmak basan ayetleri tefsir eden ve günümüz ilmi anlayışına uygun olarak açıklayan “Risale-i Nur Külliyatı” adıyla eserler yazmaya başladı. Ancak İngiliz Bakanın fikirdaşları, uzantıları ülkemizde de çoğalmıştı. Hatta önemli mevkileri de işgal ediyorlardı. Bediüzzaman’ın tabiriyle hepsi “şeytandan aynı dersi” alıyorlardı. Kur’an’a ve Kur’an talebelerine karşı insafsızca bir hareket başlatılmıştı. Kendisini Kur’an’ın talebesi ve hizmetkârı olarak ilan eden Bediuzzaman’a Mekke müşriklerinde bile az rastlanır zulümlere giriştiler. “Kâfir Rus’un bana yapmadıkları zulümleri burada bana yapıyorlar!” şeklinde kendisi bunu ifade etmiştir. Sürgünler, hapisler, işkenceler peş peşe sürdü. İnsanlardan onu tecrit ettiler, kendisine selam vereni bile tutukladılar, en ücra köylere sürgün ettiler ikamete mecbur bırakıldığı evinin karşısına yalnız onun için karakol diktiler. Yemeğine defalarca zehir kattılar. Mahkemeler, yargıçlar onu yargılamak için yarışa girmişlerdi. Biri bırakıyor öbürü tutukluyordu. Kur’an hadimini susturmak ve Kur’an’ın bu çağımızdaki rahmetini durdurmak istiyorlardı. Bunun için Kur’an arşına doğru hırlıyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki, köpeklerin havlaması bulutlara zarar vermez, yağmuru durduramaz. Hiçbir baskı, zulüm onu yıldırmadı. Onu teslim alamadılar. “Her şeyin güzel tarafından bakmak lazım” prensibine uyduğu için, Kendisini götürmekle görevlendirilen askerlere, memurlara “Evladım, kardeşim” derdi. Kelepçede sanat var diye onu da beğenirdi. Sürgünler için, “Kader-i İlahi beni gezdiriyor” derdi. Kur’an’a ve İslam’a yönelik en küçük eleştiriye mahkemede bile hiddetle cevap verir, delillerle çürütür, savcıları sustururdu. Ama savcıların şahsına yönelik eleştirilerine, “Allah razı olsun, benim kusurlarımı yüzüme söyleyerek kendimi beğenmeme prensibimde bana yardımcı oluyorsunuz” derdi. Hz. Yusuf gibi, hapishaneyi medreseye çevirmişti. O yüzden “Medrese-i Yusufiyye” derdi hapishaneye. Kâinatı Allah’ın tekvinî bir kitabı olarak görürdü. Kur’an, Kâinatı okuyor, kâinat lisan-ı hal ile Allah’ı anlatıyor, Esma-i Hüsna’yı yansıtıyor. Bu itibarla kendisi bir Kur’an’ı, bir de Kâinat kitabını okurdu. Kendisine başka kitap vermezlerdi, bunları da elinden alamıyorlardı. Zamanın idarecilerinin tüm baskı, tehdit ve engellemelerine rağmen, sürgünde kaldığı İsparta’dan yola çıkıp Şanlıurfa’ya geldi. “Ben burada ölmeye geldim!” diyordu. Zamanın İçişleri bakanlığı, hasta yatağında bile rahat bırakmıyor, O’nu buradan geri götürmeye uğraşıyorlardı. Ama Şanlıurfa büyüklerinin ve halkının sert tepkisiyle ve engellemesiyle karşılaştılar. 23 Mart 1960 tarihinde Şanlıurfa’da kaldığı İpek Palas otelinde vefat etti. Evet, İmanıyla, eserleriyle, Kur’an’dan aldığı ilhamlarıyla dünyayı sarsan ve gündemden hiç düşmeyen Bediüzzaman, bir evi bile olmadan otelde vefat etti. Tereke Hâkimliğinin tesbitine göre, bıraktığı mal varlığı: Cizlavet marka bir çift lastik ayakkabı, birer adet gömlek hırka, cübbe gibi üzerinde bulunan giysileri; bir sepet içinde tas, tencere, çaydanlık, birkaç bardak, bir adet kırık gözlük ve iki adet kalemden ibaretti. Sayısızca mülkler içinde, şatafatlı bir hayat sürerek müslümanların liderliğine soyunanlar bundan utanmalıdır. Hayatta iken kendisini rahat bırakmayan zalimler, ölüsünden bile korkuyorlardı. Vefatından üç buçuk ay sonra, Dergâh’taki kabrini gizlice açıp naşını bilinmeyen bir yere götürdüler. O, “Zalim ve kalleşlerle mahşer gününde hesaplaşacağız!” demişti, biz de bundan eminiz. Ne yazık ki vefatından yıllar sonra Müslümanlar içinde çıkan bazı gruplar kendilerini Müslüman kabul ettikleri halde bu büyük İslam âlimine karşı zalim kâfirlerden daha şiddetli bir düşmanlık içine girdiler. Bediüzzaman, hiss-i kable’l vuku’ nev’inden bunları hissettiği ve “en tehlikelisi” diye nitelediği bu kalleşleri şöyle deşifre etmiştir: “Birşey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın..” (Mektubat, Beşinci Desise-i Şeytaniye.) Bu büyük İslam âliminin vefat yıldönümü münasebetiyle kendisini rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.