CEVŞEN TAŞIMAK

Dua, Allah’ın insandan istediği namaz gibi bir ibadet çeşididir. Allah’a karşı aciz ve muhtaç olduğunu hissedip kulluk bilinciyle yalvarmak demektir. Bu yakarış kulluğun gereği bir ibadettir. Yüce Allah, kullarının dua etmelerini emrettiği gibi bu içten yakarış ve niyazlarından hoşnut olur. Kur’an’da dua mahiyetinde olan ayetlerden, peygamberlerin ve bazı salih kulların dualarına ayetlerde yer verilmesinden, kullardan istenen duaların nasıl olması gerektiğini anlıyoruz. Dua, kulun Rabbiyle olan kişisel bağlantısı olduğu için bir özel bir ibadettir. “Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin, şüphesiz O haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 55) ayeti duanın üslubuna dikkat çekmekte ve kişiselliğine işaret etmektedir. Bu itibarla Kur’an ve sünnette yer alan Arapça dualarla dua etmek daha uygun olmakla birlikte, her kulun halini ve isteklerini kendi kişisel lisanıyla Rabbine arz etmesi ve özel durumuyla ilgili dua etmesi de yanlış değildir. Ancak yapılacak her dua ayet ve hadislerde yer verilmemiştir. “Allah’ın Esma-i Hüsna’sı (en güzel isimleri) vardır, o isimlerle O’na dua edin” (A’raf, 180) ayeti Allah’ın isimleriyle dua etmek gerektiğini bildirmektedir. Kur’an’ın emrettiği, bildirdiği özelliklere en uygun ve kapsamlı duanın Cevşen olduğunu görüyoruz. Kaynağı ve senedi ne olursa olsun, Kur’an’ın istediği dua tarzına tam muvafıktır. Bu nedenle Cevşen’in rivayet senedi ile ilgili yapılan itirazlar onun değerini düşürmez. Kaldı ki Bediüzzaman gibi bir muhakkik ve müceddidin büyük ilgi gösterip dilinden düşürmediği ve neşrettiği duaya karşı çıkmak en basit deyimle büyük bir edepsizliktir. Senedinin doğruluğu ve sıhhati için Bediüzzaman’ın onay ve ifadesi yeterlidir. Bediüzzaman, “Cevşenü’l-Kebir” adıyla neşrettiği söz konusu bu münacatın başında şöyle yazmıştır: "Hz. Peygamber'e Cebrail'in vahiy ile getirdiği ve 'zırhı çıkar bunu oku' dediği, gayet yüksek ve çok kıymettar bir münacat-ı peygamberî'dir ki Zeynelabidin Radiyallahu Anh’tan tevatürle rivayet edilmiştir." Farsça kökenli “Cevşen” kelimesi sözlükte bir tür zırh ve savaş elbisesi anlamındadır. Hz. Peygamberi (ASV) bir nevi zırh gibi koruduğundan dolayı bu isimle bilinir olmuştur. Ünlü bir hadis âlimi olan Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahzâb adlı eserinde Cevşenu’l-Kebîr’e yer vermiş ancak rivâyet zincirini tam olarak vermemiştir. “Cevşenü’s-Sağir” adıyla Şiî kaynaklarda yer alan duanın Cevşenü’l-Kebir’le karıştırılması zannıyla ehl-i sünnet Cevşen’e karşı çekinden davranmıştır. Oysa Şiî kaynaklarındaki Cevşen’in, Bediüzzaman’ın neşrettiği Cevşenü’l-Kebirle hiçbir ilişkisi ve benzerliği yoktur. Az önce dediğimiz gibi, Bediüzzaman’ın büyük değer vermesi bu duanın sıhhati için yeterlidir. Rivayet senedinin sahihliği tesbit edilmemiş olsa bile, Esma-i Hüsna’dan oluşan Cevşen duasının Kur’an ve sünnete aykırı hiçbir tarafı bulunmamaktadır. Hatta Kur’an’da müminlerden istenen dua özelliklerine tam olarak uygundur. Bu duaya itiraz edenlerin hangisi Bediüzzaman kadar tetkik edici ve dini hassasiyete sahiptir? Cevşenin samimi bir kalple ve Allah için okunması, elbette ibadettir Ancak zamanımızda kolye muska durumuna konulması, dünyevi çıkarlar için kullanılması, ticari bir meta haline getirilmesi üzücü ve ürkütücüdür. Unutulmamalıdır ki duayı okumak ibadettir, yazısını taşımak ibadet değildir. Hele okunamayacak şekilde yazılan ve kolye halinde kapalı kutuya yerleştirilen taşınan duanın hiçbir fayda ve sevabı yoktur. İnsanları bu yönden kandırmak günah ve duaya karşı edepsizliktir. Cevşeni bize kazandıran Bediüzzaman, hiçbir ibadet ve duanın dünyevi amaçlar için yapılamayacağını, Cevşenin dünyaya ait faydalar için okunamayacağını şöyle ifade etmiştir. “ Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi (çağıranı) emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı (meyveleri) ve fevâidi (faydaları) uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye (asıl sebep) olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden (oluşan, düzenlenen) ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi(aykırı) olmaz. Belki zayıflar için müşevvik (teşvik edici) ve müreccih (tercih edici) hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet (sebep) veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli (özellikli) virdi akîm (sonuçsuz) bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat (bizzat o faydaları hedeflemek) niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî (istenilmeden lütfedilen) bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. (17. Lem’anın 13. Nota’sı)