TANRININ VARLIĞI VE YOKLUĞU ÜZERİNE BİR SORUŞTURMA

Her kültür, bir tabuya, bir mukaddese muhtaç, varlığınıikame edebilmek için. Toplumsal hafıza denilen olgu ancak bu sayede varlığınıdevam ettirir ve kendini yeni yaratımlar, atılımlar için hazır hisseder. Ünlü antropologların‘tabu’ üzerine yaptıkları bazı güncel incelemeler, bu olgunun, özellikle modernzamanlarda öyle zannedildiği gibi ilkel ve kaba bir inanış olmayıp, toplumlarıayakta tutan biricik manevi güç olma hüviyeti taşıdığını ortaya koyuyor.Materyalist düşünce maneviyi toptan inkar ettiği için aslında farkındaolmayarak toplumu inşa eden unsurların en belirgin olanını da inkar etmişoluyor. Ateist bir bakış açısıyla adına medeniyetdenilen o, “bütün unsurların ahenkli bir terkibi”olan mefhum bir kalemde yıkılmış oluyor. Medeniyetsiz bir toplumun, dahadoğrusu böylesi manevi bir hafızaya malik olmayan bir toplumun uzun zaman ayaktakalması ve tarih sahnesinde yapıcı aktif bir özne olarak varlığını devamettirmesi mümkün değildir. Kutsalı, mukaddesi, dokunulmazı yok saymak, insanayapılabilecek en büyük kıyımdır çünkü.Toplum kendi varlığını bu “anlamlar” üzerine inşa eder ve bu “anlam” onun varlık sebebi haline gelir. Tanrı fikrinden yoksun, tek kanatlı, tek boyutlubir medeniyet telakkisinin mekanik bir dünya tasavvuru dışında insanlığaarmağan edebileceği hiçbir şeyi yok. Tanrının varlığı veya yokluğu konusundaklasik felsefi kanıtların hiçbiri düşünen, araştıran, acı çeken zekaları tatminedemiyor. İnanmayan birinin inanan birini, inanan birininde inanmayan birinikendi konumunda anlayabilmesi imkansız gibi görünüyor. Her iki tarafta birbirine acıyor. Empatininkurulamayacağı tek alan burası galiba. Çünkü inanmayan birinin “empati”yoluyla yani gerçekte inanmadığıhalde inanıyormuş gibi yapması ya da inanan birinin aynı şekilde inanmadığıhalde inanıyormuş gibi görünmesi tek kelimeyle kendi kendini kandırmaktır. Stendhal “tanrınınen büyük kusuru varolmamasıdır” der. “Şeytan,tanrının eylemsizlik hali (boş durması) dışında, başka bir şey değildir”der,Zerdüşt Böyle Buyurdu yazarı.Her iki halde de bir inisiyatif kullanma durumu göze çarpar.Tanrının varolmasıgerektiği düşüncesi, yitirilmiş, daha avamca bir ifadeyle modası geçmiş arkaikbir faraziyedir, bunlara göre. Bir iddia var, tanrı olamaz/olmamalı şeklindeolumsuz bir iddia var çünkü. Negatif-zayıfateizm değilde pozitif-güçlü birateizm varsayımı duruyor karşımızda. Delil ile, kanıt ile, muhakeme ilekesin-yakini bir sonuca ulaşmak zor gibi görünüyor. Varolduğunu söyleyenlerin klasik delillerişunlar: Ontolojik delil, kozmolojik delil, teleolojik delil, psikolojik delil,ahlaki delil daha İslami bir terminoloji ile söylersek imkan delili, hudusdelili, inayet delili, ihtira delili, gaye ve nizam delili, vicdan delili… Modernzamanlara varıncaya kadar bu deliller saltanatını sürdürüyordu ancak “aydınlanma” ile birlikte bu delilleruyanık zekalar tarafından ciddi bir şekilde eleştiriye tabi tutuldu ve sonuçtabu saltanat büyük ölçüde yara aldı, zayıfladı, klasik olma vasfını yitirdi.Tarafsız bir gözlemci gibi davranarak söylemeye çalışırsak her iki cenahındakanıtları güçlü, sahici ve tutarlı. Tanrıbilimciler için en büyük sorun olan “kötülük problemi” hala güncelliğinikorumakla birlikte, başta Gazzali veSpinoza olmak üzere bu problemiçözme adına ortaya sürülen gerekçeler kuşkuları üzerine çekmeye devam ediyor.Aynı şekilde inanmayan düşünürler için alemde varolan güzellik, ahenk, iyilik “güzellik problemi” olarak güncelliğinikoruyor hala. Kainatın bu özgeci, seçici, “indirgenemez karmaşıklığı” karşısında ateistlerin “doğal seçilim”, “kendi yaşamsal şartlarınıoluşturma” gibi ampirik, bilimsel açıklamaları en hafif tabirle kifayetsizduruyor. Aslında varolandan hareketle, varolması arzu edilen soyut, kusursuz,mükemmel bir varlığa ulaşmaya çalışmak pek sağlıklı bir yöntem gibi gözükmüyor.Bilimsel alanın somut, eksik, kusurlu ve sınırlı verilerinden yola çıkarak,soyut, kesin ve bağlayıcı olan teolojik-metafiziksel çıkarımlara, önermelere,inançlara ulaşmak mümkün değil. SörenKierkegaard"İmanın, düşmanı olarak görmesi gereken kanıta ihtiyacıyoktur”derken akılsal bilginin basit el yordamınakarşılık imanın yaşamsal kesinliğini ortaya koymaya çalışıyordu ve bu cesurcagirişiminde sonuna kadar haklıydı. Bu düşünce İslam irfanında “bedahetin olduğu yerde ispata ne hacet”şeklinde daha beliğane ifade edilmiş. Görünen o ki araştırmalarımızın içineakıl ile birlikte sezgi öğesini katmazsak sağlıklı bir neticeye ulaşmamızmümkün gibi gözükmüyor. Tıpkı Bergsonve Gazzali’nin yaptığı gibi. Hulasafilozofların ve bilim adamlarının tanrısınınkarşısına bir akıl yürütmeyle, kanıtlamayla değil, kutsal kitaplarda kendiniaçığa vuran bir habere inanma, güvenme fiili ile ortaya konan imanın tanrı’sını yerleştirme daha makulbir tercih gibi.