"NORMALLEŞME" İÇİN NE DEDİLER?

Evrensel ve kadim değerler o kadar yıprandı ki, mazlumların suratına çarpıla çarpıla o kadar çiğnendi ki, neyin normal/meşru/ahlaki/insani/vicdani olup olmadığı ile ile ilgili insanlık kaybetmek üzere olduğu bir sınavdan geçiriliyor. Ezilen toplumların türlü felaketler ve açlık ve hastalıklarla, savaş ve yaptırımlarla daha da ezilmeye ve küresel tahakkümün sürekli hale getirilmeye çalışıldığı bir dönemde, o toplumların yöneticilerinin şaklabanlık da dahil türlü tepkiler vermeleri dahi normal sayılıyor ve savunuluyor. Kim ne kadar normalleşti, normal nedir? Normal neye göre belirlenir? Herkes biraz normalleşti gibi. En kadim günahlar, fıtrata en aykırı ve "daha önce hiçbir kavmin yapmadığı" günahların başında örtü olan ve fıtrat dinine mensup olduğunu söyleyenlerce savunulması bile "normalleşme" değil mi? Herkes kendi normalleşmesine bakıp silkinmeli değil mi? Bu duruma bir ad koymak o denli zor ki. Ne öğrenilmiş çaresizlik ne de aşağılık kompleksi ya da küresel uyutulma bu durumun adı olabilecek mahiyettedir. “Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail’in gizli metresiydi ve kamuoyunda resmi eş olma anlaşması sonucunda statüsü değişti” Boaz Bismuth, Israel Today” gazetesi yazı işleri müdürü. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Nedret Ersanel; Biz de İsrail’ le Anlaşalım mı? Başlıklı yazısında şu ifadelere yer veriyor: “İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki “tamamen normalleşme” anlaşması, Türkiye dahil bölgedeki herkes için yeni ve daha çaplı sorunlar potansiyeli üretiyor. Anlaşma bir yandan Akdeniz kriz serisi ile birleşirken öte yandan da Ortadoğu ‘strateji tektoniğini’ kadim faylara itekliyor... İkisi de seçim döngüsünde olan Trump ve Netanyahu için anlaşma bir iç politika başarısı. İmzaların Beyaz Saray’da atılacak olması da bu siyasi kâr beklentisinin sonucu. Ancak olası bölgesel sonuçlar açısından bunlar tali sayılmalı... Gerçek şu ki, Tel Aviv-Abu Dabi arasında gerçekleşen tokalaşma özellikle İsrail açısından başarı ve ‘Büyük Ortadoğu’nun tamamını etkileyecek, bazı ülkeleri de peşinden sürükleyerek vakum gücüne sahip. İki ülke arasındaki ilişki Arap dünyasının “en bilinen sırrı”ydı ve yaklaşık 25 yıldır sürüyordu. Alenileştirilmesi görünmez bir sınırın aşılması anlamına geldi. İsrail Arapları tüm dünyanın gözleri önünde ‘kucakladı’ ve üzerinde, “ümitlerinizi bırakın” yazan bir kapıdan geçirdi... Anlaşmanın başarısı üzerinde İsrail ve ABD duruyor. BAE ise daha sessiz ve belli ki ihanetin utancı karşısında mümkün olduğu kadar hedef küçültüyor. Bir yandan da, ‘tarihin böylesini kabul etmeyeceği’ hainliği üleşecek dostları anlaşmaya katılmaları için teşvik ediyor... Ortadoğu siyasetinde yeni bir düzenle karşı karşıyayız. Bu sıradan bir anlaşma değil. “Tam normalleşme”, bölgedeki eski anlaşmalarda da kullanılan katalog bir ifade. Ama bu anlaşmadaki yeri, “bölgedeki büyük potansiyeli ortaya çıkarma” iddiası. Anlamı, artık hangi ülkelerle olacağı da isim isim yazılan bir öbeğin BAE’yi takip edeceği... (S. Arabistan, Umman, Bahreyn hatta Fas. Jerusalem Post, Katar’ı da dahil eden bir haber yazdı ama Libya’ya gerçekleştirilen Türkiye ve Katar ziyareti iddiaya cevap sayılabilir.)... İran’a gelince... Anlaşma Tahran’ı kızdırdı. Ağzına geleni söyledi ve bunu anlıyoruz, “BAE’nin yaptığı çılgınlıktır. Müslüman halkları sırtından bıçakladı”. İran da bölgede yeni bir sürecin perde açtığını görüyor. Birçok yorumcuya göre yeni durum Ankara-Tahran yakınlaşmasını hızlandıracak. Bu gerçekleşirse çok başka coğrafyaların etkilenebileceği, Ortadoğu ölçeğinin bile küçük kalacağı söylenebilir. Bu kadarı için erken. Öyle olup-olmayacağını iyi tartmalıyız. Doğal bir süreç mi bu yoksa istenen mi? Yine de iki ülkenin bu manada pratik paslaşmaları kaçınılmaz görünüyor...” Ersanel’ in yazısında “normalleşme”nin önüne “tam” sözcüğü geliyor. Kendi türetmese de tercih etmesi ilgi çekici. Belki de bazı ülkelerin normalleşmelerinin tam olmadığını belirterek, “normalleşmeyi” bazı oranlarda kabullenebilir gördüğünü/görülebileceğini de dolaylı da olsa kabul etmiş oluyor, bilemiyoruz. “Normalleşme” küresel bir politikanın zayıf ülkelere dayatılmasıdır ve bunun tamı ya da yarımı olmaz. Adamlar bu ilişkilere farklı anlamlar yüklüyorlar. Bu da oransal bir değerlendirmeyi anlamsız kılıyor. Bildiğim kadarıyla metresliğin tamı yarımı, resmisi gayri resmisi olmaz. Tabi bize ait bir kavram değil, fazla da bilmeyiz. Neyse onu da sırada ki diğer metresler açıklar her halde. Birinin resmiyete geçmesi, diğerinin yarı resmi olması gibi teferruatlar üzerinde durmanın pek faydası da yok... Dünya alem, İsrail ilk kurulduğunda; kimin onunla “tam” normalleştiğini zaten biliyor. E herkes aynı durumda olunca, diğerine dil ucuyla ve göstermelik olarak birkaç söz söyleme dışında nasıl bir tepkisi olabilir ki? Demem o ki; yok birbirimizden farkımız yok veya bu işin tamı, yarımı; ilan edileni, edilmeyeni olmaz. Normalleşme normalleşmedir ve herkesin başına gelebilir. *** Batı Asya’yı iyi bilen bir gazeteci olan İsmail Özkan ise Duvar Gazetesi’ nde ki köşesinde anlaşmanın stratejik boyutlarına dikkat çekiyor: “Aslında, kademeli normalleşme, BAE’nin Körfez’de ve Arap dünyasında kendi rolüne dair tasavvuru ve ABD ile ilişkilerine dair algısının bir sonucu. Arap isyanlarına karşı tutumu, İran karşıtlığı, İslamcılığın bütün tasavvurlarına karşı amansız savaş, otoriter yönetimlerin desteklenmesi, bütün bunları yaparken bölgesel politikalarında ABD’yi yedeğine alma stratejisi BAE’nin dış politikasının parametrelerini oluşturmakta. Abu Dabi’nin Türkiye karşıtlığı bir bahs-i diğer. Arap isyanları sırasında halk ayaklanmalarına karşı S. Arabistan’la birlikte düşmanca bir tutum içerisine giren BAE, Ortadoğu’da karşı devrimi örgütlemek için elindeki bütün imkânları seferber etmişti. Zira otoriter Körfez ülkelerindeki siyasal yapıların bu süreçten olumsuz etkileneceğini ve eninde sonunda üzerine inşa edildiği sütunlara zarar vereceğini düşünüyordu. İran karşıtlığı ise onun dış politik açılımlarının kendi bölgesel strateji tasavvuruyla çelişmesi nedeniyle BAE’nin İsrail’le ilişkilerinin ana ekseninde yer alıyor. İslami akımlara karşı tutumunu da bu eksenden bağımsız göremiyoruz. Ilımlı da olsa İslami akımlara dair vizyon, biraz İran biraz da Türkiye karşıtı tutumuyla yakından ilintili. İslamcılık karşıtlığı daha çok otoriter yönetimleri destelemek ve despotik bir Ortadoğu tasavvuruyla yakından bağlantılı olan BAE’nin IŞİD’le Müslüman Kardeşler arasında fark gözetmeyen tutumu son derece problemli ve iyi niyetten uzak bir yaklaşım. Ancak bu yaklaşım, dünyada pek çok Batılı ülkenin yanı sıra Rusya ve Çin gibi bazı uluslararası aktörler tarafından da paylaşılıyor. …Filistin meselesine gelince, Abu Dabi’nin gündeminde bile değil. Aksine, Filistin halkının haklarını gasp eden Yüzyılın Planı’na sonuna kadar destek verdiği görülen BAE, tıpkı İsrail gibi Filistin direnişini terörizm olarak değerlendiriyor. BAE’nin İsrail’le ilişkilerine dair attığı bu adımın normalleşmenin de ötesinde stratejik bir ittifak olduğu şüphe götürmez. Zira Kızıldeniz limanları üzerinde, Afrika Boynuzu, Yemen ve Akdeniz’de Libya’ya müdahale yoluyla bölgesel kontrolünü genişletmek için Amerikan himayesini İsrail gibi güçlü bir bölgesel müttefikle perçinleme yönündeki arzu ve ihtiyacı aşikar. Dahası, Filistin konusunda İsrail Başbakanı Netanyahu’nun en zor döneminde gerçekleştirdiği normalleşme, İsrail sağına ücretsiz bir armağan olduğu kadar başkenti Kudüs olan 1967 sınırlarında bir Filistin devletinin kabulünü ve Filistinli mültecilere dönüş hakkını öngören “Arap Barış Girişimi”nden tek taraflı bir geri çekilme barındıran bir girişim olduğu söylenebilir. Öte yandan Netanyahu’nun MOSSAD Başkanı Yossi Belin’i İsrail-BAE Anlaşması için Abu Dabi’ye göndermesi meselenin aslında sıradan bir normalleşmenin de ötesinde askeri ve istihbarat alanında bir işbirliği olduğunun bir kanıtı.” *** Bu konularda diğer bir uzman gazeteci olan Fehim Taştekin ise aynı gazetede şu ifadelere yer veriyor: “…Fakat İsrail’in beklediği Arap dizinindeki çözülmeyi kolaylaştırabilir. Stratejinin ilk hedefi Filistin davasını Arap çemberinden çıkarmak. Bunun için 2012’den beri Körfez’de bir diplomatik misyonları var. Bunu başarırlarsa Türkiye ve İran gibi Arap dışı aktörlerin Filistin’e ilgisini daha kolay maniple edebilirler. İsrail-Amerikan siyaseti Arap tutumunda çözülmenin zeminini hazırladı. Körfez ülkelerine “Sizin asıl düşmanınız İran” telkininde bulunuldu. Bunu Tahran’ın bölgesel nüfuzuna karşı geliştirilen sert stratejiler izledi. İran’ın petrol ihracatını sıfırlamaya dönük Amerikan dayatması, buna bağlı Hürmüz’deki gerilimler, BAE’nin tankerleri ve Suudi petrol tesislerini hedef alan ‘gizemli’ saldırılar İsrail’den yana havayı olgunlaştırdı. Yani İran korkusu işe yaradı. Fakat burada BAE’nin potaya girmesine aşırı bir anlam yüklemek de gerekmiyor. Tarihi dedikleri meselede, BAE’nin İsrail’le gizli kapaklı ilişkileri aleni hale geliyor. İki ülke 1990’dan beri askeri ve istihbarat alanında flört ediyor… …İsrail 2015’te Abu Dabi’de bir ofis açtı. İsraillilerle diyalog, ABD’nin BAE’ye F-16 satmasının önünü açtı. Geçen mayıs ve haziranda BAE uçakları ‘Filistinlilere yardım’ görüntüsüyle Ben Gurion’a indi… Ne olursa ‘tarihi’ olur? İsrail’in işgal ve saldırılarının 5 muhatabından biri olan Mısır 1979’da, Ürdün 1994’te barış anlaşması imzaladı. Geriye Suriye, Lübnan ve Filistin kaldı. İşte bunlardan biriyle anlaşma ‘tarihi’ sayılabilir…” *** Batı Asya uzmanı Usta gazeteci ve yazar Alptekin Dursunoğlu ise jurnaltr.com sitesinde, Ari ÇERÇİYAN’ a verdiği röportajda ise büyük resmi ortaya sermeye çalışıyor: “…BAE hatta bütünüyle Suudi ekseni (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi körfez ülkeleri) İsrail’le gizli ilişkilere sahiptiler ve uzun bir süredir de normalleşme yönünde adımlar atıyorlardı. Bunların İsrail’le öteden beri ikili temasları vardı ve bu doğrultuda da Hamas’ı ve Hizbullah gibi İsrail karşıtı direniş örgütlerini terörist ilan etmek gibi İsrail’in hoşuna gidecek işler yapıyorlardı. Dolayısıyla Emirliklerin İsrail’le normalleşme anlaşması imzalaması sürpriz değil ve bölgedeki mevcut dengeler üzerinde de anlamlı bir etki yapmayacak. Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah Emirliklerin İsrail’le normalleşme anlaşması imzalamasını “Emirliklerin Trump ve Netenyahu’ya hediyesi” olarak niteledi. “Emirliklerin bu anlaşması ikisine de kendi kamuoylarına satabilecekleri bir başarı öyküsü sundu” Zira önümüzdeki kasımda seçime gidecek olan Trump’ın bir başarı öyküsüne ihtiyacı var. Trump yönetiminin iktidara geldiğinden bu yana dış politika alanında satabileceği bir başarı öyküsü yok. İran’ı ağır yaptırımlarla diz çöktürüp yeni bir nükleer anlaşma yapamadı. Kuzey Kore’yle anlaşmayı denedi, olmadı. “Yüzyılın Anlaşması” adını verdiği bir plan açıkladı. Filistin’in tasfiyesini öngören bu utanç verici planı Suudiler, Emirlikler ve Bahreyn dahi açıkça savunamadı. Trump’ın damadının hazırladığı bu planın Trump ve Netanyahu’dan başka müşterisi çıkmadı. Trump, kasım ayında seçime gidiyor ve anketlere göre zor durumda. Aynı durum Netenyahu için de geçerli. O da başbakanlığını garanti edecek bir hükümet kuramıyor öte yandan yolsuzluk iddiaları ve protesto gösterileriyle boğuşuyor. Emirliklerin bu anlaşması ikisine de kendi kamuoylarına satabilecekleri bir başarı öyküsü sundu. … Devlet olarak İran ve Suriye’nin Lübnan’da Hizbullah’ın Filistin’de de direniş örgütlerinin oluşturduğu ‘Direniş Ekseni’ Amerika’nın Irak’ta istediği siyasal düzeni kurmakta başarısız olması ve Irak’ta İran’ın nüfuzunun artması üzerine mezhepçi argümanlarla yalnızlaştırıldı. Güya Filistin davasını sahiplenen İslamcılar bile Irak’ta siyasal süreçlerin başladığı 2005’ten itibaren ‘Direniş Ekseni’nden “Şii Hilali” diye bahsetmeye başladılar. 2011’den sonra ise Suudiler ve Katar, din adamlarını, petro-dolarları ve medyayı İsrail’e karşı direniş seçeneğini destekleyen tek Arap ülkesi olan Suriye’ye karşı seferber ettiler. Suriye, İran ve Hizbullah’ı İsrail’den daha tehlikeli görmeye başlayan İslamcılar, Amerika’dan Suriye’ye müdahale dilendiler. Suriye’nin ekonomik ve askeri altyapısının çökertilmesini öngören Amerika-İsrail projesine gönüllü asker oldular. “Ortadoğu’da Mısırsız savaş, Suriyesiz barış olmaz” diye meşhur bir söz vardır. İsrail’le Camp David anlaşmasını imzalayan Mısır, 1978’den beri artık savaş seçeneği olmaktan çıkmıştı. İsrail liderliğinde bir bölgesel düzen kurulması için ya Şam’a diz çöktürmek ya da Suriye’yi ele geçirmek gerekiyordu. Irak işgali sırasında ABD Dışişleri Bakanlığı yapan Colin Powell, Şam’a “İran’la, Hizbullah’la ve Filistin direnişiyle ilişkini kes sana itibar verelim, yoksa sonun Irak gibi olur” diyerek havuç vaat edip sopa gösterdiler. Ancak Şam diz çökmedi. 2011’den sonra ise Suriye’yi vekalet savaşı yoluyla ele geçirmeye çalıştılar. Buna da Suriye halkının ve liderliğinin iradesi, Direniş Ekseni’nin desteği ve Rusya’nın diplomatik ve askeri müdahaleleri izin vermedi. Dolayısıyla Direniş Ekseni’ne karşı bölgede Suudi Ekseni, Katar ve ABD müttefiki diğer bölge ülkelerinden oluşan bir eksen zaten mevcut; ancak bunlar Suriye savaşını kaybettiler. Bu yüzden de Filistin’i artık bedelsiz olarak satıyorlar. Emirlikler, Suudiler, Bahreyn ve Umman, 2002’de Beyrut’taki Arap zirvesinde aldıkları kendi kararlarına bile uymuyorlar. 2002’deki Beyrut zirvesinde İsrail’in 1967 topraklarında kurulacak Filistin devletini tanıması şartıyla İsrail’le normalleşme kararı almışlardı. İsrail rejimi çıkardığı yasa ile işgal ettiği Filistin yurdunu “Yahdi devleti” olarak tanımlıyor, iki devletli çözümü reddediyor. Bunlar böylesi bir dönemde İsrail’le normalleşme adımları atıyorlar. Yani Filistin’i karşılıksız olarak satıyorlar. … Anlaşmaya verilen tepkiler arasında en komik, tuhaf ve yadırgatıcı olan yanıt Türkiye’nin. Türkiye İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi. AKP döneminde yaşanan sözde gerginliklere rağmen İsrail rejimiyle ilişkiler tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ileri düzeyde. Devletin resmi rakamlarına göre Türkiye’nin şu an İsrail’le ticaret hacmi 6 milyar dolar. Bu cumhuriyet tarihi boyunca güya siyasal açıdan İsrail’le en kavgalı olan bir hükümetin başarısı! Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı sayesinde Türkiye İsrail ekonomik ilişkileri altın çağını yaşıyor. ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması sonrasında Türkiye, dönem başkanlığını yaptığı İslam İşbirliği Örgütü’nü olağanüstü toplantıya çağırmakla ve Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıdığını ilan etmekle övünüyor. Bir de adeta STK gibi İsrail karşıtı miting düzenliyor. Tabi Yenikapı’da mitingin düzenlendiği gün petrol taşıyan Türk tankerinin İsrail’e gittiğinden yahut Hamas liderlerinden Salih Aruri’nin İsrail’in talebiyle sınır dışı edildiğinden habersiz kitleler, mesela şu soruları sormuyor: Kudüs’ün tapu belgelerine dahi sahip olan Türkiye, neden ırkçı İsrail rejimiyle 6 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip? Hugo Chavez’in kapattığı İsrail elçiliğini Türkiye neden kapatmıyor? Suriye’deki silahlı gruplara her türlü silah verilirken neden Filistin direnişine tek bir mermi dahi verilmiyor? Neden Suriye’de silahlı mücadele, Filistin’de ise siyasi çözüm destekleniyor? …Biden’ın da dış politika ekibi ve seçtiği başkan yardımcısı Harris, Trump’ın ekibini aratmaz biçimde İsrail destekçisi. Bu nedenle ABD’deki İsrail öncelikli bakışı değiştirmez seçim sonucu. … Nasır’ın ölümü sonrası ilk kırılma Camp David Anlaşması oldu. Ardından Oslo süreci (1993) sonrasında da Ürdün’ün İsrail’le anlaşması (1994) ve nihayet Arap Barış Planı (2002) geldi. Suriye dışındaki Arap rejimleri İsrail’e karşı direniş seçeneğini slogan olarak görüyor ve ona tahammül dahi edemiyor. Güya müzakere seçeneğini destekliyor; ama aslında teslimiyeti savunuyor. Halbuki slogan olan direniş değil, müzakere seçeneğidir. Çünkü hiç kimse müzakere yoluyla İsrail’in kendisinden gasp ettiği hiçbir şeyi alamdı. Camp David örneğinde olduğu gibi alabildiğini de ancak karşılığında yine onların şartlarını kabul ederek alabildi. Ancak direniş seçeneğinin uygulandığı iki yerde somut kazanımlar elde edildi. Eğer slogan dedikleri direniş olamasaydı 1982’de işgal edilen Güney Lübnan, bugün tıpkı Golan veya Batı Şeria gibi Yahudi yerleşim merkezleriyle dolacaktı ve bugün İsrail rejimi tarafından ilhak edilecekti. Aynı şey Gazze için de geçerli. Gazze’nin stratejik önemini Tel Aviv’inkiyle aynı gören İsrail rejiminin Beyrut kasabı Ariel Şaron’un başbakanlığı sırasında çekilmiş olması çok anlamlıdır. … Muhtemelen kısa vadede Umman ve Bahreyn uzun vadede ise Suudiler de bu sürece katılacaktır. BAE önce davrandı, belki de diğer ülkelerle koordine biçimde atılmış bir adım olabilir. Öte yandan Katar da Suudi ekseniyle sorunlu olsa da İsrail’le ilişkileri açısından farklı noktada değil.” *** Yerel bir televizyon kanalında BAE-İsrail normalleşme kararına ilişkin açıklamalarda bulunan İmran Han’ nın: “Kim İsrail’i tanımak istiyorsa bunu yapsın ama Pakistan’ın İsrail’i tanıması imkânsızdır.” Şeklindeki açıklaması sevindirici ve umut vericiydi. Toparlayacak olursak; iki yaklaşım öne çıkıyor. Biri, bu gelişmenin normal/beklenen/malumun ilamı ve İsrail ve ABD seçimleriyle ilgili olduğu ve pratikte zaten her türlü ilişkinin var olduğu yönünde. Diğer bir yaklaşım ise bunu aşan bir gelişmedir ve stratejik bir yönü vardır… Sonuç olarak; İsrail’ in kendisi gayri meşru olduğu için İslam toplumlarının onu var saymak anlamında İsrail ile kuracakları tüm ilişkiler de gayri meşrudur ve zillettir. Utanç vericidir ve Kudüs davasına ihanettir. Oluşturulmak istenen denklem: İsrail' ı meşru; ona direnenleri terörist ve yayılmacı ilan etmek, Kudüs' ün kurtuluşunun imkansız olduğu algısını pekiştirmek, direnenleri umutsuzluğa razı etmek ve teslim almaktır. Oysa direnenlere göre ister "Tamamen" veya kısmen olsun, kötülük kötülüktür. İsrail mutlak kötülüktür, kötülerle iş tutmak kötülüktür, kötülüğü normal görmek kötülüktür, kötülükle mücadele etmemek kötülüktür. Kötülükle" normalleşmek" kötülüktür. BAE ve İsrail ile mevcut ilişkilerini deklere etme sırasını bekleyen diğer ülkeler ve daha İsrail kurulur kurulmaz normalleşenlerin hepsi, efendileriyle birlikte ellerinden geleni yapacaklardır, yapmaktadırlar. İsrail' in ömrünü biraz daha uzatmak böylece mümkün olabilir. Ama yok oluşunu engelleyemez. İslam ümmetinin izzetli toplumları ve dini, mezhebi, kavmi ne olursa olsun, insanlık ailesinin onurlu ve erdemli vicdan sahibi olanları, tüm küresel bozgunculuğa ve sömürüye karşı direnmeye devam edeceklerdir. Büyük resme baktığımızda şaşılacak bir durum yoktur. Direnenlerin tüm çabalarına rağmen küresel müstekbir plan ve politikalar devam ediyor. Bölgede dik duran toplumlara uygulanan sıkı ekonomik baskılar ve ardından Lübnan’ da gerçekleşen patlama ile oluşan ağır hüzün varken ve mazlumlar yaralarını sarmaya çalışıyorken, fırsat bu fırsat, metreslerden birinin resmileşmesi sağlandı. İsrail için tüm bölgede yürütülen genel politika devam ediyor. Bu politikaları yürüten irade İsrail’ in diğer metresleriyle ilgili kararları bu politikalara uygun şekilde verecektir. Bu yüzden diğer metreslerin sabırsızlıkla sırada beklemeleri statülerinin ilan edilme zamanlamasını fazla etkilemeyecek gibi. Selam ve dua ile.