İNSAN NASIL İNSAN OLDU?

Bir kitabın daha sonu geldi. Tam beş gündür uğraşıyorum. Nihayet bitti. “İnsan Nasıl İnsan Oldu?” Yazarlar: M. İlin ve E. Segal. Günümüzden yaklaşık seksen yıl önce kaleme alınmış bir eser. 624 sayfa. Çeviriyi yapan Ahmet Zekerya. Çeviri mükemmel, dil tek kelimeyle harika, muhteva tahrik edici. Roman tadında bir eser. Bitirinceye kadar bırakamıyorsunuz elinizden. Belki Harari'nin kitapları kadar müthiş değil ama yine de çok güzel bir kitap. Üç bölümden oluşuyor: 1- İnsan nasıl dev oldu? 2- Dev, yol ayrımında 3- Dev, dünyasını genişletiyor. Kanaatimce en iyi işlenmiş ve en çarpıcı bölüm birinci bölüm. Elbette kitap anladıklarımdan ibaret değil ama anladıklarımı kendi cümlelerimle hulasa etmem icap ederse şunları söyleyebilirim: Bir zamanlar insanın kardeşleri olan hayvanlardan herhangi bir farkı yoktu. Adı insan değildi, anılmaya değer bir varlık bile değildi. Kardeşleri gibi basit ve sıradan bir hayvandı. Doğardı, yerdi, içerdi, uyurdu, gezerdi, oynardı, zıplardı, çiftleşirdi ve ölürdü. Ama düşünmezdi. Düşünmek ihtiyari değil, bir ihtiyaçtan doğdu. Doğanın amansız tacizleri insanı çalışmaya, çalışma ise düşünmeye sevk etti. İnsan çalıştıkça düşündü, düşündükçe çalıştı. İki ayak üzerine yürümeye başlayınca ilk olarak boşta kalan iki elinin farkına vardı. Ellerini kullanmayı öğrendi. Taş atmayı, çakmaktaşlarını bıçak gibi keskinleştirmeyi, taş balta yapmayı ve böylece kendisinden onlarca defa büyük olan mamutları öldürmeyi öğrendi. Eller bin yıllar boyunca kafaya hocalık etti. Eller ustalaştıkça kafa gittikçe akıllandı. İnsan kendi emeğiyle insan oldu. Bu emeği sarf etmeyi göze alamayan diğer hayvanlar (maymunlar) ormanın içinde hayvan olarak kalmaya devam etti. Düşünmeyi, konuşmayı, yapmayı, yazmayı, üretmeyi yaparak ve yaşarak öğrendi insan. Ama henüz doğa karşısında çok çaresizdi ve bunun için doğaüstü güçlere inanıyordu, onlardan çok korkuyordu. İnsan bildikçe inançlar geri çekiliyordu. Çünkü bildiği şeye inanmasına gerek yoktu artık. İnanç bilmediği zamanlarda ortaya çıkan bir haldi. Din ile bilim ezeli bir çatışma içerisindeydi. Çoğu zaman din bilimi boğuyordu, esaret altına alıyordu ama her defasında bilim bir yolunu bulup kendi yürüyüşüne devam ediyordu. Totemler, tanrılar, ruhlar, mitler, efsaneler, büyüler, kehanetler durdurmaya çalışsa da bu yürüyüş durmuyordu. Tarih madde ile mananın savaş alanıydı. İlk çağda doğa filozofları sırrı, yani doğal düşünmeyi keşfetti ama sonra gelen ahlak filozofları bu sırrı gölgeledi. Sokrates büyük bir insandı ve bize bıraktığı tek şey diyalektik düşünme yöntemiydi. Sokrates’in öğrencisi asık suratlı ve gözleri daima kendi içine çivili olan Platon eski inançlar ile bilimi birleştirmeye çalıştı. İdealar dünyası eski inançların yeni bir versiyonundan ibaretti. Sonra gelen bütün mistik ekoller bunu bir şekilde ithal etti. Antik dünyanın en büyük düşünürü Aritoteles olanca aydınlık zekasına rağmen kendini hurafelerden ve batıl inançlardan kurtaramıyordu. Kalabalıklar bilimi seviyordu ama dinsiz de yaşayamıyordu. İnsan düşündükçe, bildikçe, keşfettikçe tanrı daima geri çekiliyordu. Tarihte bütün büyük medeniyetleri mahveden şeyler: adaletsizlik, lüks, gösteriş, şatafat, israf ve hesap vermezliktir. Tarihin en mağdur ve en mazlum insanları kölelerdi. Bunlar her şeyi yapardı ama hiçbir şeyleri yoktu. Bugün gördüğümüz bütün saraylar, konaklar, köşkler, şatolar, kaleler, bentler, kuleler, köprüler, anıtlar, mabetler, mezarlar, anfiler, tiyatrolar, akropoller, nekropoller, agoralar, kiliseler hepsi bunların eseriydi. Tarih boyunca en fazla çalışan ve emek harcayan insanlar köleler; ve yine her devirde en fakir ve hiçbir şeyi olmayan insanlar kölelerdi. Hiçbir din ve medeniyet köleliğe karşı durmadı çünkü hiçbirinin işine gelmiyordu bu. Köleliğin tarihi insanlığın utanç tarihidir. Köleler canlı aletlerdi. Cansız aletler isyan edemezdi ama canlı aletler her an bir isyan bayrağı çekebilirdi. Gariptir, köleliği kaldıran dinler değildi din dışı düşünenlerdi. Bilim geliştikçe din de değişiyordu. Çoğu zaman bilime ayak uydurmakta zorlanıyordu ama mecburen değişiyordu. Din adamlarının insafına kalsaydı bugün bildiğimiz anlamda kültür, medeniyet, bilim denen hiçbir şey olmayacaktı. Din bilimi boyunduruğu altına almak istiyordu, bunun için de bazı bilim insanlarını diri diri ateşe atıyordu ama bir türlü başaramıyordu bunu. İnsanın merak duygusu, kazanma hırsı ve kolektif çalışması sonucunda koca doğa uysal bir hayvan gibi muti olmuştu insana. Her inanç başka bir inanç içinde varlığını sürdürüyordu. Bir zamanlar Hıristiyanlar ölümü göze alarak Roma İmparatorunu tanrı diye tanımayı reddetmişti. Yeni Hıristiyanlarsa kendi hükümdarlarını kendileri tanrılaştırıyor, ikonlarda imparatoru, başının etrafında nur halkasıyla tasvir ediyorlardı. Döngüsel bir tarih, insanlık tarihi. Bazen aydınlıktır bazen karanlık; bazen karanlıktır bazen aydınlık. Aydınlık genellikle bilimin içinden çıkarken; karanlık dinin içinden çıkıyordu. Tam aydınlıktan henüz çok uzağız çünkü dinler ve ideolojiler bilimi boğmaya, kendi emelleri doğrultusunda kullanmaya devam ediyor. Tarihte kimileri tıksırıncaya kadar yiyip içebilmek için midelerini boşaltacak kusturucu ilaçlar alırken; kimileri de açlıktan ölüyordu. Açlar toklardan zayıflar şişmanlardan kat kat fazlaydı. Tarihte serbest düşünmeye çalışan herkes tanrısızlıkla ve dinsizlikle suçlandı. Demokritus serbest düşündüğü için Platon onun eserlerini parayla alır ve cayır cayır yakardı. Hatta daha ileri giderek Demokritus'un izinden gidenlerin idam edilmesini, kamçıyla dövülüp hapse atılmasını, yurttaşlık haklarından mahrum edilmesini, bazılarının da malı elinden alınarak devlet sınırlarından dışarı atılması gerektiğini söylerdi. Bunları söyleyen "Eflatun-u ilahi" olan Platon. Tarihte hoşgörü yoktur, tıpkı adalet olmadığı gibi…