YALNIZ YAŞAYAN KALABALIKLAR ARASINDA DERTLİ BİR MÜTEFEKKİR

Ateşin insanı yakamadığı, sıcak ikliminin insanının sıcak gönüllülüğünden esinlendiği, Nuh (a.s) Tufanından sonra yeryüzünde inşa edilmiş birkaç büyük şehirden biri olan, kadim coğrafyamızın, İpekyolu güzergâhında bulunup, Doğu ile batıyı birbirine bağlayan, yanık seslilerin, sevdalı çobanların, dağlarının eteklerinde avazları çıktıkları kadar aşk ile gazeller, türküler, kasideler, ilahiler söyleyip ve dahi en önemlisi de Kur’an Karilerinin meşhur oldukları bir şehirde, gözlerini açar dert ve kederler dünyasına…Bu öyle bir şehir ki, sıradan şehirlere benzemeyen bir şehir… Tarihi neredeyse insanla yaşıt… Bu şehirde büyüyen Mütefekkirimiz, yaşadığı şehre o kadar gönülden bağlanır ki; “Ruhumun masalı” diyebilecek kadar Mecnun-i bir sevdayla bağlanır. Tabir caizse, şehir Leyla o ise Mecnun’u oluverir şehrin! Her çağ kendi Mütefekkirini yetiştiriyor diye, meşhur sözdür. Ya da her Mütefekkir yaşadığı çağ ve coğrafyaya; kalem ve kelamıyla, düşünce ve fikirleriyle, özellikle bulunduğu toplumun insanlarını ve gençliğini içinde bulunduğu rehavetten, ataletten, gaflet uykusundan uyandırmak için, ab-ı hayat misali bilgisiyle uyandırmaya kendini adayan adam mıdır yoksa? İnsanın kendi avlusunda yetişen otun acı olduğunu söylerlerdi büyükler! Ne kadar haklı olduklarını bilmiyorum lakin,her delinin veya velinin, her mütefekkirin, her bilgin ve bilgenin yaşadığı dönemde ve içinde bulunduğu toplum tarafından yeterince tanınmadıkları kesindir… Neden, hazine niteliğinde olan insanlarımız öldükten sonra değer kazanıyorlar acaba? Bu dünyanın kanunu mu, yoksa yaşanılan coğrafyanın biçtiği bir olgu veya takdir edilmiş olan kader mi? Her bilgenin, her mütefekkirin; içinde bulunduğu toplum ve yaşadığı dönemin insanları tarafından, hak ettikleri değeri bulamamaları ne kadar acı verici! “Kel ’in zülüf sahibi olabilmesi için illa ki kel ’in ölmesi mi gerekiyor sözü, böyle bir inceliğe işaret ediyor olsa gerek? Evet, anlatılacak o kadar dert dosyaları var ki şu yeryüzü üzerinde; hangi birini anlatmaya çalışsa insanın,ona ömrü vefa etmez. Modern çağ, insanı eğitim ve öğretim yerine eriten ve öğüten; bela ve tuzakları bol olan bir çağ halini almış; kadrajına takılan insan ve toplumları, balıkçının ağına takılıp da hayatı son bulan balık misali, manevi hayatları zer-u zeber eder… Evet, bir mütefekkiri anlatmaya çalışıyorduk. Kimdir bu mütefekkir, neyin nesidir, nerelidir, nasıl bir mütefekkirdir veya mütefekkirliğinin kanıtı nedir gibi suallere biz cevap vermeyeceğiz. Ancak, ara ara onun eserlerinden kısa kısa pasajlar aktarmakla; sizleri onun kim olduğu araştırmasına sevk etmeye gayret edeceğiz. Yalnız yaşayan kalabalıklar için veya arasında yaşayan her bilgin, her ilim erbabı, her mütefekkir; yaşadıkları kendi toplum tarafından ya çok az anlaşılıyor tanınıyor, ya da hiç anlaşılamıyor tanınmıyorlar, zorlu kötü çevre onların anlaşılmasını istemiyor! Hangisi doğru acaba? Zira bizim anlatmaya çalıştığımız söz konusu Mütefekkir, oralı buralı değil; tamamen yerli ve kumaşı kaliteli, velud bir dimağ, Şahince bir bakış açısına sahip; doğanca hürriyet perverdir! O, kalem ve kelam ustası bir mütefekkir, derin bir düşünce, istikbali sezen bir ufuk, davasının sancılarını çeken bir deli veya kendini keşfetmesini bilmeyen bir velidir belki de! “O hakkın ve hakikatin izini takip ederken şöyle bir serzenişte bulunur: “İnsanlar neden ötekileştirir veya öteki görür birbirini? Böyle görmenin ontolojik (yaratılıştan gelen) bir temeli var mı acaba? Evet, onu tanıyıp okurken; bazen Asr-ı saadette, bazen Selçuklular döneminde, bazen Osmanlı ve bazen de Cumhuriyet sonrası dönemde bulursunuz kendinizi. Çünkü,o, İmam Azam’dan günümüze kadar; ne kadar ilim irfan, edebiyat ve sanat erbabı varsa, birçoğunun fikir ve ilimlerini ya tamamen ya da kısmen deruhte edip vakıf olan birisidir. Tefsir ve hadis, Akaid ve kelam, fıkıh ve ahlak, tarih ve edebiyat konularının birçoğunu yudumlamış olan bizim yerli Mütefekkirimiz ne yazık ki, bulunduğu muhitte iyice tanınmamaktadır. Biz âcizane olarak, onun; kaleminin kelamından daha önde olduğuna kanaat etmekteyiz. Öyle ya, Allah bir kuluna ya kalem verir kelam vermez, ya kelam verir kalem vermez, bazılarına da her ikisin verir. (Avam istisnadır) Aslında bizim mütefekkir, her iki alanında ustası; ne ki, çekingenliği, mütevazılığı, kendisini öne süremeyişi, gösterişten uzak oluşu; onu, kelam konusunda biraz geride bırakmaktadır! “Tereddütlerden bahsederken: “Hayat, kalburüstü sırtında şairin diyor biri. Yüklerin ve dahi emanetlerin en ağırı hayat. İnsan, ezelde kabullenmiş bu hayat yükünü. Dağlar, taşlar, gök, yer çekinmiş ondan. Fakat insan zorunlu olarak kabul etmiş bu ateşten gömleği. Dikmiş başına bu zehirden kadehi. Onun için hem cahil, hem zalim. Cahil, çünkü kâinat ağırlığında bir emanetin taşıyıcısı olduğunun farkında değil. Zalim, çünkü yüklendiği bu büyük ve mukaddes emanete bilerek hıyanet etti.” İnsan bu, yaşadığı ortamın insanlarıyla aynı dünya görüşünü paylaşmadığı zaman; bazen gel git’ lerle başı derde düşer. Veya Arafta kalıp bir müddet toplumu ve eşyayı seyre takılır. Aslına bakılırsa, insan kâinatın küçültülmüş hali ve kâinat ise insanın büyütülmüş olan şeklidir. Yani Araf’tan muradımız, onun; kararsız ve tereddütlerle boğuşan biri olduğu anlamı çıkarılmasın lütfen. Bundan muradımız, “sen kalk her şeyi kendine dert edin, yaz, anlat, duyur ama karşılık bulma, sonra biraz üzüntü, biraz keder, biraz da haydi ne haliniz varsa görün türünden bir vaz geçmişlik hali! Ama dedik ya, onu okurken; Balzac’tan Cemil Meriç’e, Tanpınar’dan Akif ve Necip Fazıla; yedi güzel adamdan günümüzün edebiyat ve fikir camiasına varıncaya kadar, uzun bir ilim ve bilim seferine çıkmış gibi kaptırırsınız kendinizi! Gel git derken, hangi birimizin gel gitleri olmadı ki? Hangi birimizin zaafları yok ki? Veya hangi birimiz, emeğimizin karşılığını almak istemez ki? Şöyle bir insan düşünün, “insanlar dünyalık makam ve mevki peşinden koşup yuvarlanırken; o, kendini ilim ve bilime versin, şu dar-ı dünyadan göç ederken gök kubbesinin altında hoş bir sada bırakmanın mücadelesine adamaktan başka derdi ve gayesi olmasın!... Ve Kocaman kalabalıklar arasında yaşadığı halde, yalnız kalsın, anlaşılmasın, yeterince kadri takdir edilmesin. Söze konu ettiğim Mütefekkir, kendisinin mütefekkir olduğunu iddia etmiyor tabi. Bu bizim, onun yazmış olduğu eser ve tespitlerinden yola çıkarak; varmış olduğumuz şahsi kanaatimizin bir neticesidir! Hani bilinen bir gerçektir, her ilim adamı ve mütefekkir; yaşadıkları dönemin insanları tarafından iyice anlaşılmamış, bazen de o toplumun insanları tarafından tecritte tabi tutulmuş ve zararlıdırlar (!)diye insanları onlardan uzaklaştırmışlardır. Hâlbuki her insandan alabileceğimiz bir şeyler mutlaka vardır. Hele bu insan İman ve ihsan ehli biri olunca, yakınında durmak, bilgisinden faydalanmak, tehlikeli değil yarardır, faydadır… Biz onun mütefekkirliği hakkında şu birkaç cümleyi karalarken, tabi ki onun, bizim böyle bir yazı yazmış olduğumuzdan haberi yoktur… Bu ne ona bir yaranma yazısı, ne bir teşekkür bekleme Makalesi, ne de karşılığında aferin almayaniyetlendiğimiz bir kanaatin sonucu! Bu yalnızca hak sahibine hakkını teslim etmenin yanında; birde kardeşlik ve vefa borcu!... Hepsi bu kadar. Kalın sağlıcakla, fikir ve tefekkürle kalın, Mütefekkirle hasbihalde kalın !... 27 Temmuz 2020. ,