MAKAMLARIN SARHOŞ EDİCİLİĞİ

Aslında, her makamın insanı sarhoş edemediği gibi; her insan da makam ve mevkilere aldanıp sarhoş olur diye bir kaide yoktur. Fakat öyle insanlar da var ki, küçük veya büyük olsun bir makama kurula görsün; hemen o makamın sihirli ortamına kendini kaptırıp sarhoş olduğu görülür. Mesela siyaset mesleği, öyle bir meslek ki; onun atmosferine giripte değişmeyen çok az insanın olduğu bilinmektedir! Özellikle beşeri yasalarla idare edilmekte olan günümüz Türkiye'sine baktığımızda; Politikaya fakir girip, bir kaç yıl sonra servete konan insanların az olmadığını kimse inkar edemez. Söz konusu çarkın dişlilerine, az sayıda insanın kendini kaptırmamaya özen göstererek tutunabilmişlerdir ancak. Misal olarak, Hasan Celal Güzel'i gösterebiliriz. (Allah rahmet eylesin) Zira o, şöyle derdi: Madem ki Siyaset mesleği bir hizmet aracıdır; peki, neden bizim ülkede siyasete fakir iken girenlerin çoğunun, zengin olarak çıktıklarına şahit oluyoruz? Halbuki, siyaset mesleğine girenlerin; zengin girip fakir çıkmaları lazımken hem de! Hakikatten öyledir. Bir çok âlime göre Hülefa-i Raşidin'in beşincisi olarak kabul edilen Ömer ibn-i Abdulaziz (r.a), hilafet makamına geçmeden önce, beni ümeyye'nin en zenginlerinden sayılırdı. Ama o, hilafet makamına oturur oturmaz, bütün mal varlığını Beytül mala devredip kendini geçindirecek kadar bir maaşa bağladı. Hatta, hanımının mücevheratını bile sattıp beytül mala aktardığı dahi söylenir. Çünkü o; biz insanların en fakiri olalım ki, insanlar bize itaat etsinler diyordu. Şayet biz bolluk ve sefa içerisinde yaşar da, insanlar da fakirlik içerisinde kıvranıyorlarsa; işte o zaman bunun adı büyük zulüm olur, demekle; idare makamının Adalet makamı olması gerektiğinin altını çiziyordu. Evet, günümüzdeki siyasetçilere bakın,  birde Hz. Ömer ibn-i Abdülaziz (r.a)'in takip ettiği adil siyaset anlayışına bakın ve aralarındaki farkı görün veya empati kurup bir köprü kurmaya çalışan... Uçurumun ne kadar da büyük olduğunu, fark edeceksiniz. Beşeri kanunlarla idare edilen beldelerde, yönetimi ellerine geçiren kadrolar, bürokratlar veya diğer etki yetki sahibi çevreler, bir makama oturur oturmaz; bir müddet sonra o makamlar tarafından adeta sihre tutulur gibi, kendilerini kaybettikleri görülmektedir. Söz konusu zevat, makama öyle bir yapışırcasına kuruluyorlar ki, ölümüne olsa dahi bir daha asla kalkmak istemezler. Bu sihirli makamlar, en üst düzey birinin oturduğu makamından tutun da; en alt makam olarak kabul edilen muhtarlık koltuğuna kadar durumun böyle olduğu görülmektedir. Kemal Sunal'ın, makamla ilgili bir filmi vardır. Zannedersem birçok kimse tarafından seyredilmiş bir filimdir. Ben şahsen yeşil çam kuşağını, ufak istisnaların haricinde hiçbirini sevmediğimi buradan belirtmek isterim. Yeşil Çam kuşağının çoğu ya ateist, ya da Din vatan düşmanı... Neyse bu ayrı bir yazının konusu. Bu filmde verilmek istenen mesaja biraz değinmek istiyorum. Senaryo gereği, Kemal Sunal belediye başkanlığına aday olur ve kazanır. Seçimden önce vatandaşlara vermiş olduğu sözleri; başkanlık koltuğuna oturur oturmaz unuttur. Tabi iş bununla kalmıyor, fişini çekmiş olduğu telefonundan, güya Ankara'daki yetkililerle ilçenin meselelerini haletmeleri için konuşuyor gibi yaparken, kendi sonunu hazırladığınından haberi yoktur. Bu cinliği yaparken de, onu dövmek için kapıya dayanmış olan ilçe sakinlerini gördüğü için,  onların duyabileceği bur şekilde, kapıyı aralayıp bırakıverir. Tabi başkanı dövmek için gelen ilçe sakinleri, başkanın telefonla Ankara ile ilçenin sorunlarını görüştüğünü duyunca; bin pişman olup evlerine dönüyorlar. Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış ya! İşte tam da öyle oluyor ve ilçe sakinleri başkanın yalancının teki olduğunu tespit edip ortaya çıkarıyorlar. Sonra ne mi oluyor? Başkanlık koltuğunu kaptığı gibi dışarı çıkan Kemal Sunal, koltuğun üzerine bir güzel benzin döküp ateşe veriyor. Ve şu sözleri de eklemeyi ihmal etmiyor: başıma ne geldiyse hep senin yüzünden geldi der ve istifa eder. Verilen mesaj gayet açık ve nettir, izaha gerek var mı tahmin etmiyorum? Politikaya çaycı, kapıcı, hademe, şoför veya başka bir şekilde girip işi tuturanların büyük bir kısmı; yıllara sonra iş adamı, siyasetçi, bürokrat veya medya patronu gibi uzun isimlerle insanların karşısına çıkmaktadırlar... Peki, ne oldu, nasıl oldu, ne buldu, nereden buldu, kim verdi, nereden verdi, kimden aldı, nasıl aldı soruları çoğaltmak mümkün; mümkünü olmayan tek şey, züğürt olarak makama kurulanların nasıl oldu da kısa bir süre sonra cüzdanlarının şişirmiş olduklarını anlamamamızdır...? Sihirli makamlar, insanları sarhoş eden muskirat gibidirler. Kime bulaşır ve kimi kendine bulaştırırsa, onların ne kadar değer yargılarü varsa hepsinden inhiraf etmelerine sebep olurlar. Evet, Politika mesleğine soyunan birçok kişi ve kimselerin; bir kaç yıl sonra neden bu kadar çabuk zengin olduklarını anlamamak için, insanın ya kör,  ya enayi ya da ikiyüzlü olması lazımdır. Şimdi şöyle bir düşünmek lazım, günümüzde Demokrasi ve laiklikle idare edilen ülkelerde yapılan seçimlerde parlamentoya girmek için; neden sıradan tek bir vatandaşa yer verilmemektedir sizce? Çünkü parlamentoya girebilmek için, insanın ya çok parası olacak; ya da çok adamı! Parası olan iş adamları, fabrikatör ve bürokratların dışında; meclise girip insanları temsil etmek hayal ötesi bir durumdur... Bırakın parlamentoya girmeyi, parası olmayanın herhangi bir şehrin ilçesinde encümen olması dahi imkansızdır. Çünkü beşeri sistemlerde, önce cep sonra kep kaidesi geçerlidir. Cebe indirmeden, kepi kafaya koymak imkansızdır. Ama aziz İslam düzeninde, durum bunların tam zıddıdır... Evet, adil İslam düzeninde; tüm insanların, din, can, mal, akıl ve nesil emniyetleri, İslamın garantisi altındadır... Gerisi lafü güzaftır. Kalın sağlıcakla.