DOĞRUYU ÖĞRENMEK

Muhterem Kardeşlerim… Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Bu dinin temeli öğrenmek ve öğretmektir. Bu da, büyüklerimizin bildirdiği şekilde, Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihali öğrenmek ve öğrendiğini öğretmek, yani hiç değiştirmeden nakletmekle olur.  Allahü teâlâ hiçbir şeyi gayesiz ve hikmetsiz yaratmamıştır. Her şeyin bir hikmeti, gayesi vardır. İnsanın bile yaşarken bir gayesi, maksadı vardır. Rabbimizin her yarattığında, elbette bir hikmet vardır. Allahü teâlâ insanı da maksatsız, gayesiz yaratmadı. (Sizi bir gaye için, ibadet için yarattım) buyuruyor. İbadetten maksat; Onu tanımak, Onun büyüklüğünü anlamak, kendisinin de çok kötü bir nefsinin olduğunun farkına varmaktır. Kendini tanımak ne kadar artarsa, Allahü teâlânın büyüklüğü, o kadar anlaşılır. Kendini beğenen, Müslümanları beğenmez, İslamiyet’i beğenmez; böylece şirke kadar gider.  Dini öğrenmek ve öğretmek, gücü nispetinde herkese farzdır. Bizden öncekiler bize öğretmek için uğraşmasalardı, bu gayreti göstermeselerdi, bugün biz Müslüman olamazdık. Biz de, bizden sonrakilere temiz bir şekilde ulaştırmalıyız. Üzerimizdeki emanet çok büyüktür.  Bileği güçlü olan taşı ileri atar. Ehl-i sünnet itikadının yayılması ve bugünlere gelmesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin gücü ve hizmetidir, başka kimsenin değil!  Allahü teâlânın bir kulunu sevip sevmediği nereden belli olur? Eğer Allahü teâlâ bir kulunu seviyorsa, seçmişse, ona sevdiği bir kulunu tanıştırır ve onu sevdirir. O sevdiği kulunu tanıtması, onu sevdirmesi, onu kurtarmak istediği içindir. Peygamberimize uyanlar gibi...  Peygamber efendimize kavuşan, Onun sohbetinde bulunan, Eshab-ı kiramdan olan bir zat, ne kadar seçilmiştir, ne kadar sevilmiştir ki, Hazret-i Peygambere talebe olmuştur. O halde, onun vârislerine de, onu anlatanlara da talebe olmak ve onları tanımak lazımdır. Talebe olmaktan maksat, onun kıymetini bilmek, onun değerini anlamak, gösterdiği yola ve kendisine teslim olmaktır.  Müminin alameti verdiği sözde durmasıdır. Mümin olduğumuz iki şeyden belli olur: 1- Elinden emin olunur. 2- Dilinden emin olunur.  Gerçek mümin, asla ve kat’a, harama el uzatmaz, haramı tutmaz, haramı içmez, haramı yemez, haram yazmaz ve haram konuşmaz. Elinden, dilinden emin olunur.  Ömür boyu, çevresinde ölenleri gören ve onların cenazesini taşıyan insan zanneder ki, hep böyle devam edecek. Düşünmek gerekir ki, cenazesini taşıdığınız adam da çok cenaze taşımıştı; fakat bugün kendisi cenaze oldu. Bir gün de gelecek, biz cenaze olacağız, unutmayalım!  Doğruyu bulmak için  Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Bir kitapta İslamiyet’e aykırı tek bir şey bile olmasa, ancak yazan kişi bozuksa, o kitap çok zararlıdır, okuyan için zehirdir. İbni Teymiye o kadar büyük âlimdi ki, aklına güvendiği ve bir mürşidi olmadığı için ilmi onu sapıtmıştır. “İlminin sapıtmasına sebep olduğu kişi” olarak bildirilmiştir. Mürşidi olmayanın, sapıtmadan Ehl-i Sünnet itikadında kalabilmesi çok zordur. Bir Mürşid-i Kâmili tanımayan yani ona tâbi olmayan, doğruyu bulamaz; çünkü her kitap farklı söylüyor. Sapık fırkaların öyle sözleri vardır ki, hakikati bilmeyen kesinlikle inanır. Hakikat, Mürşid-i Kâmilden [kendisi yoksa eserlerinden] öğrenilir. İnsan her sözünü, Mürşid-i Kâmilden duyduğu söze dayandırmalı. Yoksa benim kalbime böyle ilham oluyor demek, senet değildir.  İmam-ı Rabbani hazretlerinin mürşidi olan Bâki-Billah hazretleri, bütün ilimleri öğrenmiş; fakat hakiki olup olmadığını anlamak için, senelerce Mürşid-i Kâmil aramış, sonunda Hâce Emkenegi hazretlerini bulmuş. Bir gecede icazet alıp, hilafetle görevlendirilmiştir. Dergâhtakiler sormuş: — Efendim, biz kırk senedir hizmet ediyoruz, bize icazet verilmeyip de, dün gelen birine bugün icazet verilişinin hikmeti nedir?  Hâce Emkenegi hazretleri buyurmuş ki: — O, bütün ilimleri öğrenmiş, bize bunlar doğru mu diye sormaya gelmiş. Biz de dinledik, baktık, hepsi doğru. Tasdik ettik, imzaladık, ona bir şey ilave etmedik. O kabını doldurup getirmiş, siz hâlâ doldurmakla meşgulsünüz. Öyle gelen böyle gider.  İslam dini kibri kırmak için gönderilmiştir. Kibir, ne kadar uğraşılmasına rağmen, bir insandan çıkmıyorsa, bunun iki sebebi vardır. Ya çok büyük bir günahı vardır, o engel oluyordur. Tevbe istiğfar etmesi lazımdır. Ya da feyz almak için gittiği zat, uygun değildir. İnsanın nefsi suçu hep başkasında arar, feyz almaya gittiğim zat uygun değildir der, geçer. Hatayı önce kendimizde aramalıyız.  Eskiden bir Âbid varmış. Öyle ki, hiçbir günahı yok, hep ibadetle meşgulmüş. Allahü Teâlâ gölge yapsın diye, üzerine bir bulut tahsis etmiş. Nereye giderse bulut da ona gölgelik yapıyormuş. Bir gün, yol kenarına istirahat için oturmuş. Oradan geçen bir sarhoş, Âbidi görünce, benim işe yarayan bir amelim yok. Zamanım hep kötülükle geçti. Bu Âbidin yanına gidip beş on dakika oturayım da, belki Allahü Teâlâ bu beş on dakikanın hürmetine beni affeder diye düşünüp, Âbidin yanına oturmuş. Âbid de onu görünce kibirlenmiş, tiksinerek, benim yanıma bu mu oturmalıydı diye burun kıvırarak kalkıp gitmiş; fakat bulut Âbidle birlikte gitmeyip, sarhoşun üzerinde kalmış. Allahü Teâlâ o zamanın Peygamberine şöyle vahyediyor: “Âbid o kadar kıymetli bir kulumdu ki, hiçbir günahı yoktu ve cennetlikti. Kibirlenmesiyle bütün derecelerini aldım ve cehennemlik oldu. Sarhoşa ise, tevazuundan dolayı evliyalığa yükselttim.”  Allahu Teâlâ cümlemizi Kendisine layık Kul, Habibine layık Ümmet eylesin. (Amin)