SU KABARCIKLARI

Güneydoğunun doğusunda bir şelalenin önünde oturuyorum. Yukarılarda bir kayanın altından çıkan kaynak, çeşitli yerlerden sızan suların da katılımıyla aşağıya doğru aktıkça güçlenen ve yer yer böğürtlenlerle kuşatılmış küçük bir dere halinde akıyor. Fuzuli’nin tabiriyle “başını taştan taşa vurarak” akan bu su, yaklaşık üç metre yüksekteki bir kayadan düşüp bu şelaleyi oluşturmuş. Yüksekten güçlü bir şekilde düşerken, zamanla oluşturduğu çukur genişleyerek küçük bir göl haline gelmiş. Görüntüsüyle güzellik saçan şelaleden dökülen suyun çıkardığı ses, insanı dinlendiriyor ve ruh okşayıcı bir keyif yaşatıyor. Şelalenin dibinde, düşen sular köpük gibi binlerce kabarcık oluşturuyor. Bir süre bu kabarcıkları izledim. Suyun düştüğü yerde oluşan bu kabarcıkların her biri suyun yüzeyinde çok kısa bir mesafe gittikten sonra sönüyor. Ancak arkası kesilmiyor. Binlerce kabarcık oluşuyor az sonra sönüyor ve bu işlem aralıksız devam ediyor. Her bir kabarcık mükemmel bir görünümdedir. İncecik bir zarla kaplı ve her birinde güneşin yansımasıyla bir göz gibi içlerinde parıldıyor. Adeta göz kırpıyorlar, Biraz sonra sönüp akıntıya karışacaklarını düşünmüyorlar. Bu manzara aklıma insanları getirdi. İnsanın da bu kabarcıklardan farksız olduğunu gördüm. Ne kadar uzun ömürlü olsa da ölüm kaçınılmazdır, mutlaka bu dünyadaki hayat bitecektir. Yüz elli yıl önce yaşamış hiçbir insan bugün dünyada değildir. Hz. Âdem (AS)’dan günümüze kadar bu dünyadan gelip geçenlerin sayısı milyarları bulmuş. Bu kadar kesin ve net olmasına rağmen her yeni gelen bu kaçınılmaz sonu düşünmüyor, burada ebedi kalacakmış gibi bir tutum içinde yaşıyor. İlahlık taslayanlar, ölüme çare arayanlar, ölüm kusanlar hep öldüler, hiçbiri burada kalamadı. Çünkü bu dünya hayatı aynen bu şelaleye, insanlar da onun oluşturduğu, koca güneşi içlerinde gösteren kabarcıklara benziyor. Dün sosyal medyada paylaşılan bir haber dikkatimi çekti. Hintli bir iş adamı, koronadan korunmak için altından özel bir maske yaptırmış, ancak koronaya yakalanmış ve ölmüş. Demek her insan, hatta her canlı bir süreliğine, yaratıcının izin verdiği kadar O Hayy-ı Lâyemûtun (hep hayatta olan ölümsüz) varlığına şahit olacak ve sönüp ölecek. Kişi elinde olmayarak kendi kararı olmadan hayata geldiği gibi, yine elinde olmayarak gidecektir. İçinde güneşi yansıtan ancak sonra sönen her kabarcığın peşinden yine aynı güneşi yansıtan yeni bir kabarcık boy gösteriyor. Demek ki sönen kabarcıklarda yansıyan sönmeyen bir güneş vardır. Her bir kabarcık bu vaziyetiyle sönmeyen güneşe şahitlik ediyor. Olağanüstü ve akılalmaz birçok duygu ve özelliklerle yaratılan ve dünyada bir süreliğine diğer canlılardan farklı bir hayatla arzı endam eden insan bu su kabarcıkları gibi sönüp gidiyor, yerine aynı hayata sahip yeni nesiller geliyor. İnsanların ölümü ve yerlerine yeni hayatların gelmesi, ölümsüz yüce bir yaratıcının varlığının ve birliğinin apaçık kanıtları olmaktadır. İnsan, varlığı itibariyle su kabarcığından farksızdır. Çünkü ikisinin de varlığı zorunlu değil, mümkündür; Yüce Yaratıcının dilemesine ve yaratmasına bağlıdır. Ancak insanın değeri, Allah’ı tanıması ve O’na dayanmasından ibarettir. Sahibini tanıyan bir atın, sahibinin yanındaki değeri, kendisini tanımayan diğer atlarından farklı olduğu gibi, insanın farklılığı da sahibini tanımasından ötürüdür. Evcilleştirilen sevimli hayvanların sahiplerini tanımaya yönelik sempatik tavırları ne büyük mutluluk verdiği bilinmektedir. Üstelik gerçek sahipleri de değiller. Her şeyin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Yüce Allah, “İrade, Kelam, İlim, Semi’, Basar” gibi bir kısım sıfatlarının cüz’î tecellisi ile donattığı kullarından kendisini tanıyıp itaat etmelerini istemiştir. Bu ilahi talebin ötesinde, tarifinden aciz olduğumuz bir ilahi lezzet ve hoşnutluk bulunmaktadır. Bu da, Kur’an’da Allah’ın sevgisi anlamına gelen “muhabbetullah” kavramıyla ifade edilmiştir. Bütün nimetlerin en üstünde, tabiri imkânsız, doyumsuz bir haz, bir lezzet yaşatan ve insanın varabileceği en yüksek hedef olan muhabbetullah, her müminin en büyük arzusu olmalıdır.