Kalabalıkların kabalığını yaşıyoruz. Eşyanın, dünyanın insanın ve nihayet kendi kalabalığımızın kabalığını yaşıyoruz. Kalabalıklar arasındayız, o kadar kalabalık ki kendimizi bulamıyoruz. Gürültünün ortasındayız, konuşmalar uğultular homurtular arasındayız, kendi sesimizi tanıyamıyoruz… Kalabalıklar, kalabalıklar, kalabalıklar… Ben nerede, biz neredeyiz diye sormaya bile mecalimiz yok. Bulamıyoruz kendimizi, ulaşamıyoruz bir türlü kendimize. Bu kadar kalabalığın arasında inceliği yitiriyoruz, güzeli, güzelliği, zarafeti yitiriyoruz. İyiye ve iyiliğe dair ne varsa kalabalığa mahkûm hayatlarımızdan kaçıyor, terk ediyor bizi, yitiriyoruz...
Bizi bizden alan yaşamın, kalabalıkların, telaşın, gürültünün, uğultunun içinde hayat bulamıyoruz. Dahası kendimizi bulamıyoruz. Kendimizle baş başa kaldığımızda bile kalabalıklardan kurtulamıyoruz. Biteviye bir kaybolmuşluk duygusu peşimizi bırakmıyor. Hayatla bir bağ kuramıyoruz, yaşam bize hayat sunmuyor… Kalabalıkların arasında mağlubuz bugün. Yaşam baştan ayağa bir kalabalığa dönüşüyor; sözün kalabalığı, ithamın, gürültünün, eşyanın, insanın kalabalığı sarıyor her yanımızı. Kendinden başka her şeye dikkat kesilmenin kalabalığını, kendinden başka her yere ve her şeye seyahatin kalabalığını yaşıyoruz…
Zamanın kalabalığını yaşıyoruz. Oysa biliyoruz; geldik, gidiyoruz, geçiyor zaman. Yalnız geldik bu dünyaya yalnız gideceğiz… Kalabalıklar içinde kaybolmamak için Gayb ile olmaya geldik. Ve fakat olamıyoruz, yapamıyoruz, sürekli olarak bir telaşı yaşıyoruz, uğraşıyoruz, koşturuyoruz, hızın ve hazzın çarkları arasında yavaşlayamıyoruz. Zaman kâfi gelmiyor, yaşıyoruz… Ve fakat hayat bulamıyoruz…
Korolara dâhil oluyor; sololardan kaçıyoruz. Hikmetin biraz da kalabalıklardan uzakta olduğunu biliyoruz aslında ama gene de kalabalıklara sığınıyoruz. Korolardan uzaklaşarak soloların, kendimize has sesini duymaya cesaret edemiyoruz… Ben yok, biz var; “biz”lerden kurtulamıyoruz. Kitleler, herkesler, bizler, çokluklar, kalabalıklar… Herkesin içinde ve herkesler tarafından kuşatılmışız. Biricikliğimizin, benimizin, kendimizin, kendiliğimizin, kend’özümüzün önünde devasa kaleler, aşamıyoruz. Uzaklaşıyoruz kendimizden, kalabalıklara karışıyoruz.
Dünya ve insan ve biz çok kalabalık; her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Yalnızlığımıza sığınmak istiyoruz, her şey gibi yalnızlığımız da kalabalık. Dışımızın kalabalıklarından içimize sığınalım, çekip alalım kendimizi, içimize, ruhumuza dönelim istiyoruz. Ve fakat içimiz de dışımız gibi kalabalık, korkuyoruz… Biz yokuz bu hayatın içinde, ben yok, bizim hayatımız, bizim hikâyemiz, bizim sesimiz yok. Kalabalıkların içinde kendimize ulaşamadığımız için hayatı kavrayamıyoruz.
Acılarımız, acılarımız da kalabalık… Acılarımızın kalabalığından, başkasının, ötekinin acısını duyamıyoruz. Hüznümüz bize yetiyor, başkalarının hüzün ve kederlerine kapatıyoruz kendimizi. Kalabalıklarda yakınız birbirimize ama çok uzağız. Hem kalabalık ve yakın ve fakat hem ıssız ve kimsesiz ve uzağız birbirimizden. Uzaklaşıyoruz, dışımızdaki kalabalıklardan içimizdeki yalnızlığa ulaşamıyoruz…
Kalabalıklar içinde yalnız, yalnızlıklar içinde kalabalıktadır insan. Bugün modern insanın varlığından en fazla korktuğu ve hep öldürmeye çalıştığı bir duygudur yalnızlık. Korkuyoruz yalnızlıktan. Kalabalıklardan kaçmamız gerekirken, kalabalığa kaçıyoruz… Kalabalıklardan yalnızlığa ulaşamıyoruz bir türlü… Yaşatan, olduran yalnızlıktan; öldüren tüketen kalabalıklara mahkûm ediyoruz kendimizi. Niçin korkar insan yalnızlıktan? Yalnızlık, daha doğrusu olduran yalnızlık; hayatı anlamlandırabilmenin en sahici yoludur oysa. Yalnızlık kadim geleneğimizin ol/duran unsuru, oysa bugün yalnızlık çokça yok edici. Var eden ve olduran yalnızlığın karşısında yok eden ve öldüren yalnızlık, aradaki fark bu kadar büyük. Yalnızlık üretecektir, üretmiyorsa işte o zaman tüketecektir insanı. “Olduran yalnızlık” ya da “Öldüren yalnızlık”... Sizce de dikkate değer değil mi?
Kalabalık diyorum azizim, kalabalık! Dünya çok kalabalık, dünyamız çok kalabalık, insan çok kalabalık… İnsan yalnızlığında bile kalabalıktır bugün. Bu kadar kalabalığın arasında yabancılaşıyor, uzaklaşıyor, unutuyoruz kendimizi. Oysa azizim, yalnızlık gerek insana ve yalnızlık en büyük sermayesidir insanın. Aslolan kalabalıkların gürültüsünden çekip almaktır kendini, kurtarmaktır, bulmaktır yüreğini…
Ne diyoruz; kalabalığın kabalığından kurtulabilmek için insanın yalnızlığa ihtiyacı var. Peki, bugün modern insanın yalnızlığı sadra şifa bir yalnızlık mı? Hadi dışarıda oyalanmayı bırakalım, kendimize bakalım; yalnızlığımız derde deva bir yalnızlık mı? Yalnızlığımız; üretiyor mu, tüketiyor mu? Yalnızlığımızın sağlıklı bir yalnızlık olabilmesi için soru önemli. Sorudan da önemli olan bizim, her birimizin soruya vereceğimiz yanıtta.
İnsanı tüketen, bunalıma sürükleyen, buhranlar içerisinde bocalamasına sebep olan ve çokça marazi bir duruma dönüşen bohem yalnızlığın insanı götüreceği yer çıkmaz sokak olacaktır. Yalnızlığın sükûnet sunması, insanı kendine, kendi içine, yüreğine götürecek bir yolculuğa dönüşerek üreten yalnızlığa ulaşabilmesi… Bu bağlamda bugün modern insanın, insana huzur veren ve insanın hayatın içinde olmasına vesile olan ve bu yönüyle, öldüren ve tüketen yalnızlığın karşısına koyabileceği olduran ve üreten yalnızlığa ihtiyacı var.
Mesele, tüketen yalnızlıktan kurtulabilmek için yalnızlığı üretir kılabilmektir. Esasen ruhlar âleminden yeryüzüne irtifa kaybıyla düşen insan dünyada yalnızdır. Ve insanı dünyadaki yalnızlığından ve yalnızlığın ıstırabından kurtaracak olan Öte”ye ve ötelerin ötesine olan özlemidir. Yalnızlığında insan “büyük Yalnız’a” dost olarak hayat bulacaktır, yalnızlığında ol/acaktır, yalnızlığında var olacaktır. Üreten; var oluşa ulaştıran, yaşatan, sükûnet sunan yalnızlık ile ancak tüketen; yok eden, boğan, huzursuz kılan yalnızlıktan kurtulabilecektir insan.
Ne yapmalı; kalabalıklardan kurtulmalı, kabalıktan kurtulmalı, kendini bulmaya yönelmeli. Kalabalıklardan, kendine, benine, “Ben”e dönmeli… Her şeyden önce kendi kalabalık halinden kurtulmalı insan. Sözün burasında, derde derman sadra şifa niyetine Gökhan Özcan’ın bize işaret ettiği “Açık Pencere”ye bakalım: “Bizim sözün bozuğuna, ayarsızına, ölçüsüzüne değil, bizi baştan ayağa olduranına ihtiyacımız var. Bizim kendimizde kaybolmaya değil, şu koca kalabalık içinde kendimizi bulmaya ihtiyacımız var. Bizim lafın cambazlığını yapana değil, her kelimesi bir yaraya merhem olan söz tabiplerine ihtiyacımız var. Bizim dünya kargaşasını büyüten değil, içimize sükûnet aşılayan söze ihtiyacımız var.”
0 Yorum