HİÇLİĞİN VE YOKLUĞUN UĞULTUSU

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Biraz Jurnal'in sayfaları arasında gezinti. Eski pasajları tekrar gözden geçirme. Döne döne tavaf ettiğim, çoğunu ezberlediğim pasajlar. Benim için Cemil Meriç bir iptila, düşüncenin gökkuşağı. Mustafa Öztürk ve Hadiye Ünsal'ın birlikte kaleme aldığı "Kur'an Tarihi" isimli çalışma hakkında yazdığımız eski bir yazının paylaşımı. Yorumlar, beğeniler ve etkileşimler yok denecek kadar az. Ciddi şeyler paylaşınca ilgilenen çok nadir oluyor nedense. İnsanların kahir ekseriyeti güncelin ve magazinin peşinde. Ahmet Ümit'in Trabzondaki uzun imza kuyrukları. Her zaman olduğu gibi. Moralim bozuldu izlerken. Kıskançlıktan belki de. Gittiği her yerde bu kadar yoğun şekilde ilgi gören bir yazarı hangi yazar kıskanmaz ki!

Sonra "Kur'an'ın Arkeolojisi" başlıklı bir konuşma. Yaklaşık iki saat.  Teenni ile dinledim. Kur'an'ın nesnel olarak anlaşılabilmesinin tek çaresi bilimsel anlamda bir Kur'an Arkeolojisi veya Antropolojisi yapmak. Yıllar önce Hasan Hanefi, Muhammed Arkoon, Eb-u Zeyd bunu fazlasıyla yapmaya çalıştı. Ne kadar başarılı oldular, bilmiyorum. Çoğu tekfir edildi ve ülkesinden kovuldu. Nesnel bir yorum, bilimsel bir Kur'an Arkeolojisi ne demek? Hicaz ve çevresinde bilimsel bir arkeolojik kazı çalışması yapılabilir. Ama sonuç ne olur? Kur'an'ın ilk olarak üzerine yazıldığı nesneler bulunabilir mi? Bulunsa ne değişir? Suud yönetimi böyle bir şeye müsaade eder mi? Kur'an'ın Arkeolojisi demek, Kur'an'ın nazil olduğu dönemin kültürü, tarihî, ekonomisi, dini inancı demekse şayet bunu ziyadesiyle yapan bir İslam tarihçiliği yok mu? Taberî, İbn-i Hişam, İbn-i İshak...

Konuşmacı o dönemle ilgili elimizde güvenilir bir malumat yok diyor. Böylesi bir malûmatı elde etmenin yolu ne? Kur'an Arkeolojisi. Devasa oryantalist literatür ortada dururken böyle bir soru sormak??? Konuşmacının özlemini çektiği Kur'an Arkeolojisi yüzyıl önce yapıldı, yazıldı, çizildi. Anlaşılan konuşmacı din, ateizm, deizm vb konularda olduğu gibi düşünce tarihini yüz yıl geriden takip ediyor. Ama dinleyicilerde herhangi bir hayret emaresi görülmüyor. Hazretin, "Kur'an Arkeolojisi" derken muradı Muazzez İlmiye Çığ'ın yaptığı gibi Kur'an'ın Sümerler'e kadar uzanan köklerini ortaya çıkarmak ise şayet bunun son tahlilde Muazzez İlmiye Çığ örneğinde olduğu üzre bilimsel olmaktan çok, sığ ideolojik bir tutum olduğu aşikardır.

Sonra Muharrem Coşkun'un Beyaz Masa'daki konuğu olan Ali Bulaç'ı dinledim. Yaklaşık iki saat. Konuşma bir nefs müdafaanamesi. Vakti zamanında "Gülenizm Kurbanı Bir Entelektüel: Ali Bulaç" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Yazıdan çok sonra telefonla konuşmuş çok teşekkür etmişti. Ali Bulaç hala İslamcı olduğunu ve İslamcılığın bugün bile en canlı ve en aktüel akım olduğunu söylüyor. Bu kadar okumuş ve yazmış bir insanın hâlâ islamcılıkta ısrar etmesi hayreti mucip doğrusu. Ali Bulaç ve benzerleri aydınlanmasını yaşamamış insanlar. Yıllardır inandıkları şeyler üzerinde sorgulayıcı bir gözle düşünmeye cesaret edemeyen müstağrip aydınlar.

İnsanlığın kurtuluşunu islamcılıkta görmek ancak bir rüyada mümkün olabilir. Yanlış anlaşılmasın, insanlığın kurtuluşunu islamcılıkta görmekle İslam'da görmek aynı şeyler değil. Çünkü islamcılık İslam demek değildir. Yaklaşık yirmi beş yıllık mevcut iktidar tecrübesi bile Ali Bulaç gibilerini bu rüyadan uyandırmaya yetmedi. Daha ne olabilir ki! Cemaat ilişkisi ile ilgili ciddi bir nedamet ve muhasebe emaresi yok. Geçmişini, inançlarını, hatıralarını sorgulama da yok. Eski bir zamanda yaşıyor, Mustafa İslamoğlu ve Dücane Cündioğlu evrim geçirdi. Biri mealci oldu, biri nihilist. Ali Bulaç hala eski yerinde. Bir kez daha anlıyoruz ki dindarlık ile aydınlık bir arada yürümüyor, aynı mekanı paylaşamıyor.

Sonra çocuklarla Titanik filmi keyfi. Bu kaçıncı izleyişim? İlk Konya'da üniversitede izlemiştim. Aşk ana tema. Gerisi tarihsel ayrıntı. O dönemde öylesine muazzam bir gemi. Binlerce kişiyi içine alabiliyor. Eskilik duygusunu filme nasıl vermişler, şaşırıyor insan. Tam bin dokuz yüz on iki yılları. Giysiler, kıyafetler,  tarzlar, insanlar, çevre, gemi, hatta okyanus hepsi gerçekten o döneme ait sanki. En hazini gemi batarken keman çalmaya devam eden kemancılar. Yaşlı kadının anlatışı, gözleri, gözlerinin altındaki kırışıklıklar, gemi batarken insanların kopardığı çığlıklar, acı çaresizlik, çocukların feryadı, kıskançlık hisleri, zenginlerin her zamanki işgüzarlıkları... Tanrıya meydan okumanın bedeli.

Her şey bir film aslında. Hayat bir film. Başı ve sonu meçhul olan koca bir film. Bugün varsın, yarın yoksun. Trajedi. Her insan illa hatırlanmak istiyor. Soluk bir resimde, köhne bir kitapta, silik bir hatırada bile olsa hatırlanmak istiyor. En büyük şöhret bile korkuyor yokluktan. Yokluk ile yüzleşecek yürek yok insanda. Seni hatırlayanlar da yok olunca tamamen yok oluyorsun. Seni tanıyan son kişi öldüğünde sen de tamamen ölüyorsun. Teselli, yaşama tutunmak için gerçek bir ihtiyaç. Bilgi bu teselliyi yok ediyor. Onun için bilmek azaptır. Tek tesellimiz tanrının hafızasında yaşamak, onun katında ölmemek, onun tarafından asla unutulmamak. Ama teselli. İmanın insana verdiği güzel bir teselli. Yazık ki çok derin düşünen insan böyle bir teselliden mahrum. Henüz bir yaşında olan oğlumun yüzüne bakıyorum, yüz yıl sonra o da yok, ben de yokum, hiçbirimiz yokuz. Hiçliğin ve yokluğun uğultusu.

HİÇLİĞİN VE YOKLUĞUN UĞULTUSU

İptal

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı!

Tekrar deneyiniz.