Bir kurumun, bir işletmenin veya bir devlet dairesinin kapısından içeri girdiğinizde onlarca oda görürsünüz. Odalarda ise bir sürü masa ve sandalye… Kağıt üzerinde hepsinin bir sahibi, bir kullananı vardır. Ama maalesef çoğu "boş"tur. Fiziken dolu olan odalarda, o sandalyelerde oturanlarla biraz muhatap olduğunuzda ise aslında oranın da boş olduğunu anlarsınız. Ya muhatap bulamazsınız ya da sorununuza çözüm bulacak bir yetkili... Koskoca kurumda işi kotaran ya bir kişidir ya da iki…
Benzetme için af dileyeceğim ama maalesef durum budur ; Anadolu'nun o kadim "kağnı" metaforu, bugünün modern resmi dairelerini ve ofislerini anlatmak için biçilmiş kaftandır. Kağnı gıcırdar, tekerlekler döner, toz duman birbirine karışır. Ama o ağır yükü çeken, boyunduruğun altına giren sessiz ve mahzun birkaç öküzdür. Geriye kalanlar ise kağnının üzerine binmiş, hem yük olan hem de "ne kadar hızlı gidiyoruz" diye caka satanlardır.
İşte mesele tam da burada düğümleniyor: Görünürlük ile Emek arasındaki o derin uçurum.
Bugünün iş ahlakında maalesef "işi yapmak" kadar prim yapmıyor o işi sessizce sırtlamak. Aksine; kim daha çok bağırıyor, kim diğerinin onda biri kadar yaptığı işi on katı pazarlıyor ve kim daha çok mazeret üretiyorsa, sahne ışıkları onun üzerine çevriliyor.
Bir işletmede on kişi düşünün. Çoğu zaman yük; vicdanı hür, iş ahlakı sağlam o "bir-iki" kişinin omuzlarındadır. Onlar, işin "hamalıdır". Şikâyet etmezler, reklam yapmazlar. Sadece yapılması gerekeni yaparlar. Çünkü onların mayasında, "aldığı parayı hak etme" derdi, yani o eski tabirle "helal lokma" kaygısı vardır.
Peki ya diğerleri? Diğerleri "idare etme" sanatının ustalarıdır. Suyu bulandırıp balık avlayanlar, başkasının emeğinin üzerine basarak yükselenler, bir çivi çakmadığı duvara tablosunu asmaya çalışanlardır. Onlar için iş, üretilen bir değer değil, doldurulması gereken bir zaman dilimidir.
Bu durum, sadece ticari bir zarar değil, aynı zamanda manevi bir erozyondur. O sessizce çalışan, herkesin açığını kapatan, krizleri çözen o birkaç fedakâr insan, zamanla "enayilikle" suçlanma hissine kapılır. Adalet terazisinin şaştığı, çalışanın değil "görünenin" kazandığı yerde, bereket de kaçar, huzur da.
Bir binayı ayakta tutan, dış cephesindeki süslü boyalar değil, temelindeki görünmeyen demirlerdir. Kurumları, şirketleri ayakta tutan da o "görünmez" kahramanlardır.
Ne yazık ki yöneticiler, amirler ve patronlar hep pazarlama yeteneği çok olana prim verirler. Onları kayırırlar. Çalıştıramadıkları o boş gezenlerin yerine, mevcutları çalıştırmak varken durmadan yeni personel talep ederler. Hele ki siyasilerin tıka basa doldurdukları resmi kurumlar... Ürettikleri katma değerin on katı bütçeden pay alıp israf ederler.
Sonuç mu? Sonuç; çözülmeyen bir kördüğüm olarak devam eder gider.