Türkiye son yıllarda öyle bir iklime sürüklendi ki, kim gelirse gelsin, hangi adım atılırsa atılsın, olayın kendisinden çok onun etrafında koparılan fırtına konuşuluyor. Barzani’nin Şırnak ziyareti de tam olarak böyle bir siyasi hava akımının ortasına düştü.
Kimi çevreler ziyareti, sanki ülkenin kapıları zorla kırılmış da içeri gizli bir güç sokulmuş gibi “güvenlik tehdidi” merceğiyle okumayı tercih etti. Bu bakışın aidiyet duygusundan çok yıllardır zihinlere işlenmiş reflekslerden beslendiği açık.
Oysa kendimize şu basit soruyu sorsak bile tablo değişir:
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin lideriyle Türkiye arasında yıllardır süren ekonomik, diplomatik ve stratejik ilişkiler nasıl oluyor da birden tehdit kategorisine yazılıyor?
Bölgede yaşayan halkın, özellikle de Şırnak ve çevresinin, sınır ötesi ticaretten tutun da sosyal bağlara kadar Barzani yönetimiyle doğrudan ilişkisi var. Bu ziyareti tamamen “güvenlik riski” olarak okumak, bölgenin sosyolojisine de gerçekliğine de haksızlık.
Elbette eleştiriler olacak, olmalı da. Ziyaretin zamanlamasını tartışanlar var, iç politikaya etkisini sorgulayanlar var… Bunlar makul tartışmalar.
Fakat eleştirinin sınırdan güvenlik duvarına çarpıp geri dönmesi, meseleyi konuşulamaz hale getiriyor. Bu da ne bize fayda sağlıyor ne bölge halkına.
Destek veren kesime baktığımızda ise daha serinkanlı bir tablo var. Onlar ziyareti “yumuşama”, “ekonomik rahatlama” ve “normalleşme” penceresinden okuyor.
Zira gerçek şu: Bu coğrafyada istikrar, komşuyla kavga ederek değil; diyalog ve iş birliğiyle kuruluyor.
Bugün hâlâ bir ziyaret üzerinden “tehdit” üretiyorsak, aslında tehdidin dışarıdan değil, kendi zihinsel duvarlarımızdan geldiğini görmeliyiz.
Türkiye’nin artık korkularla değil, akılla; tepkiyle değil, stratejiyle yol alması gerekiyor.
Ve belki de bu ziyaret, yıllardır ihtiyaç duyduğumuz o toplumsal sağduyunun küçük ama önemli bir hatırlatıcısıdır.